Öyle oluyor ki bazen düşüncelere dalarken kendimi fincanın içinde yüzerken buluyorum.
Bakıyorum, boğulmak üzereyim kahvenin içinde. Sıcak kahve yakıyor derimi.
Bağırıyorum ama duymuyor kimse. Yoklar çünkü. Bir sürü kişiler, ama yoklar hiçbir zaman.
Kızıyorum sonra.
"İroniye bak. Hepinizin canı cehenneme!" diyip bardağın dibine dalıyorum.
Bir bakıyorum, oturuyorum en dipte.
Kahve mi soğuyor, ben mi hissizleşiyorum anlamıyorum. Ama artık sıcaklık beni yakmıyor.
Bir müzik açıyorum aklımda. Fonda o çalıyor ben yine düşünmeye devam ediyorum.
Bazen de ne düşündüğümü unutup, düşündüğüm şeyi düşünmeye çalışıyorum.
"Ömrümüz düşünmekle geçiyor."
"Asalak gibiyiz.".
Birilerini sevmeye çalışıyoruz.
İçimizde bir boşluk olduğunu iddia edip o boşluğu bizden daha üstün olmayan hatta bazen standartların çok da altında insanlarla dolduruyoruz.
Bizde olmayıp onda olanları gözümüzde evren kadar sonsuzlaştırıp onu bulunmaz hint kumaşı yapıyoruz.
İlk başta az seviyoruz. Sonra zaman geçtikçe alışıyoruz ona. Ve bu alışkanlık hissini aşkla ve bağlanmakla karıştırıyoruz. Oysa en büyük hatayı burada yapıyoruz.
Ve insan bir ağaç değil, bunu her zaman unutuyoruz. Ki ağaçlar bile sökülüp başka bir toprağa taşınabilirler bazen. Ve biz karşımızdaki insandan hep bizimle kalmasını, bize kök salmasını bekliyoruz.
Çok hata yapıyoruz.
Sonra,
"İyi de bunlar senin derdin değil ki." diyorum.
"Gidiyorum ben. Birkaç haftaya başka fincanların dibinde oturup düşüneceğim kara kara."
Gitmek, diyorduk. Gitmek, bir o kadar isteyip bir o kadar muallakta bıraktıran eylem. Gerçekleştikten sonra ne olacağı konusundaki belirsizlik; insanı düşünsel intihara sürükleyecek cinsten. Ya da en azından beni.
"Bazen gereğinden fazla içselleştiriyorsun." diyorum.
Kendimle konuşuyorum.
"Delirdim mi acaba?"
Bir kitaba başlamak istiyorum. Kitap 12 gündür masada duruyor, aynı yerinde. Kitabı her gördüğümde içimde kendime ihanet ediyormuşum hissiyle karışık bir vicdan azabı baş gösteriyor. Kafatasımın içinden bir şey bağırıyor,
"Senden bir bok olmaz."
"Kapa çeneni!"
Kapıyor çenesini ama gitmiyor oradan. O hep orada, biliyorum. Ne zaman geldi, neden geldi hiçbir fikrim yok ama bir tümör gibi, bana sürekli acı çektiriyor.
Belki de düşüncelerimin tümörüdür.
Bilmiyorum.
"Ah yine söyledin o altın kelimeyi! Bok vardı."
Bir takım kazanıyor maçı. Sokaktan bağırtılar geliyor.
"Bugün bu kaçıncı kahven?"
Tam
"Midene..." diyorum, mideme ağrı giriyor, gastritim tutuyor.
"Psikolojik."
Psikolojik mi sahi? Hani algı malgı diyoruz, insan kafasında kurduğu kadar mı yani. Buna inanasım gelmiyor pek. Kalıpların dışına taşabiliriz oysa.
"Gel kalıpları aşalım." diyorum. Kendime el uzatıyorum. İyice kafayı yedim.
Kalkıyorum fincanın dibinden. Bir bakıyorum kahve çoktan bitmiş.
Midem de kamp ateşi yakmışlar sanki.
"Daha kötü olmadan şu ilacı içeyim."
Aynada kendime bakıyorum. Saate bakıyorum. Kendime bakıyorum.
"Zaman çabuk geçiyor."
Aşık olasım geliyor bazen de.
Bazı adamlarla tanışıyorum. Kimi şiir gibi, kimi roman, kimi serdar ortaç şarkısı.
"Ne gerek var. Aşık olmak istiyorsan pek tabii bir kitaba da aşık olabilirsin durum böyleyse. Kitaplığında onlarca roman, şiir var. Ne gerek böyle adamlara. Hem sen daha masanın üstünde duran kitaba başlamadın. Bir adamı okumaya nasıl başlayacaksın." diyorum. Kendimle konuşmaya devam ediyorum. Delirdiğimi tescilliyorum.
"Biri var ama. Ona gideceğim. Belki aşık olmam ama o farklı, herkesten farklı hemde."
Yine algı ve duygu dünyamın beni yanıltmasına göz yumuyorum.
Midem hala yanıyor.
Müziğin en can alıcı noktasında, düşünmenin en dibinde, biri dokunuyor omzuma. Vakit gelmiş, öyle diyor. Kalıpları aşacakmışız. Hava değişikliği olsun diye gidiyorum ama, benden bir bok olmaz.