22 Ekim 2015 Perşembe

Bir küçük dua...

"Nasılsın?" , dedim.  Sorumun cevabının 'kötü' olduğunu bile bile.
"İyi değilim..." dedi.

İnsan, boğazına mesken kurmuş koca bir yumrukla konuşmaya çalışırken sesinin titremesine engel olamıyordu oysa ki. Ama sesim titrememişti.

"Üzülme" dedim,  "senin yerine ben üzülürüm."
Telefonun soğuk ahizesinden kulağıma dolan titrek sesinden, yaşlarla dolan gözlerini görmek nasıl mümkündü?
Kendi gözlerime baktım camdaki yansımamda. Kendi gözlerimin dolduğunu bile farketmemişken, bu mümkünatın 'gözden uzak olanın gönülden uzak olmaması'ndan ötürü olduğuna emin oldum.
Kupkuru ağzımda ki tek bir tükürük tanesini boğazımdan aşağı zorlukla itelerken içimden bininci kez dua ettim 'Allahım, onu iyi et ne olursun.'

Lanet, uzak bir şehirde, elimde tuttuğum telefonun ufak deliklerinden kulağımı delip beynime kazınan robotik seslerin,  beni bu denli üzmesine anlam veremedim.
Lanet ettim.
Sadece lanet.
Burada olmamayı diledim.
Onlardan uzak olmamayı.

İzmaritin ucunda tutuşmaya devam eden tütün süngere dayanırken derin bir iç çektim. Yumduğum göz kapaklarımın ardındaki karanlığa gömülürken, göz yaşlarımın yanaklarımı yakıp geçmesine müsaade ettim.

Gözlerimi açtığımda onun yanında olmak istedim, onların yanında. Ellerini tutmak, sarılmak,  üzüntülerini paylaşıp onlardan eksiltmek istedim.
Dua ettim.
Allahım, kendim için değil, torununu kucağına almasına izin ver.
Benden al, ona ver.


12 Eylül 2015 Cumartesi

Ah!


1-
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
Biraz kolonya sürünsem,
Ferahlasam, pencereyi açsam.


Şöyle bir şey yazdım sonra:
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı,
Bir şiire böyle başlanmazdı.


İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses...
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.

Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.


Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!



İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.


Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:

Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!



Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.


Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.

Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!


Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taş bebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik göz kapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.


İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.


İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.


Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. 
Ah!



Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
‘İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’

Tanrı şöyle derdi o zaman:
Ah!


Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!


Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.


Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
Mesela o zamanlar
Mutsuz olduğunda insanlar,
Yok olurmuş bazı dakikalar.



Gülümsedim o sıra,
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah... dedim sonra,
Ah!



Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
İstedim, hep istedim,
Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
Hesabımı vermekten başka.


Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.



At arabasıyla kağıt toplardı
Her sabah çingene kadınlar.
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
Şaşırırdım
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?


Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,


Yeniden doğmuş olurdum oysa,
Öldüğümü sandıklarında,
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.


Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim.

2-
Bir göl vardı evimizin karşısında,
Mavi gözleri olan,
Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.

Ya siz,
Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?



İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım.
Ah demişti.
Ah!
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi,
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.


İç ses! 
Bu bahsi kapa!

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ve ağladı camlar,
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
Sanki biraz rahatladım.
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
Artık kimse mutsuz olmayacaktı.
Ah...dedim sonra,
Ah!

İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
Aynı vampir gibi çıkacağız.
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
Sanki biraz ferahladım.
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
Hala aç mısın?

Bir tren geçti yine tam o sıra
Ustura gibi kara,
Düdük çala çala,
Geçti şiirimin ortasından.
Kes şunu dedim, kes artık!
Oldu olacak,
Kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
Merak ederdim,
Kesik başları ve sarı ışıklarıyla
Nereye gider bu insanlar?
Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
Bir kara yılan gibi,
Bilemezdim menzil neresi?


Ah...dedim sonra
Ve acilen makas değiştirdim.

İç ses, diye söylendim,
Raydan çıkma bundan sonra.

Kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
Sevinirdi,
Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
Muhabbet ederdik kuyrukta.
Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
Fötr şapkalı kelimeleriydik,
Çürük dişlerimizle bizler,
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
Saf ve pembe gülümserdik.
Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
Neden hep aynı yerdeyiz,
Hayattan söz edilirdi,
Zor denirdi,
Ve ardından susulurdu mutlaka.

Fötr şapkalı amcalardan biri
Ah derdi sonra,
Ah!
Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.

3-

“Bir Arap şairi şöyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”

Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.


Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.

Yıllarca biriktirdim
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma hayat diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı.
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.

Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
Ah.. dedim sonra
Ah!


İç ses, diye söylendim,
Başımda rüzgar vardı
Başımda uğultular...
Kalbim usulca kıpırdardı
Ve ses çıkarırdı dokununca
Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda rüzgar vardı,
Yine esiyordum
Hızla dönmeye başladı kalbim
Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda uğultular...
Fırtına çıktı sonra,
Yaşadığını anladı kalbim,
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.


Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim:
A
H!



Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.

Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan,
Bir AH’dan başka.
Ah benim nergis kokulu cehaletim
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
AH!

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!


İç ses, diye söylendim.
Gel!
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.


Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...


~Madak

17 Haziran 2015 Çarşamba

kıssadan hisse: yaşanmamış hikayeler

bugün burada yine bir baş kesildi.
burada biri öldü yine.
gökyüzü ortadan ikiye çatladı.
başımıza dökülüyor sıvası bulutların.
burada biri soyutlandı yine.
çırılçıplaktık ve ayıp değildi.
bugün burada biri kanadı.
biri çığlık attı.
duvarların dili varmış ve biri bugün duvarın biriyle firenç kis yaparken yakalandı.
bugün burada bir yıldız birinin kafasına kaydı.
birbirlerinin sırtlarında birbirlerinin cesetlerini taşıyorlardı.
biri yine çok içmişti.
biri yine yaşanmamış şeyler anlatıyordu.
çırılçıplaktık ve ayıp değildi.
bugün burada biri sevişti.
biri aşık oldu ve öldü.
bir kadın bir adamın kafasını, bir adam bir kadının kalbini kırdı.
gökyüzü üzerimize düştü.
oysa havanın ağırlığı ne kadar olabilirdi ki?
hepimiz ezildik.
kendi başlarımızın altında ezildik.
kendi laflarımızı işittik.
kendimizi gördük karşımızda.
bugün burada dünyanın sonu geldi.




23 Nisan 2015 Perşembe

Ağlasam da sesimi duymazsınız mısralarımda...

Ne kötü tanrım,  boğazında bir yumrukla yaşamak. Tam ses tellerinin üzerine oturmuş,  koskoca  bir yumrukla. Ne söylesen tam çıkacak,  ne bağırsan. Yuttuklarınsa üstüne ekten başka bir şey değil.
Her güzel  şeyin  bir sonu var derler, 
Keşke hayatım da güzel  olsaydı.
Ben ne yaşıyorum?
"Ne" diyorum.
Çünkü  ben bir "şey" yaşıyorum,  bir hayat değil. Çünkü  kitaplarda,  filmlerde, insanların kendi arasında anlatılan "hayat", bu değil.
Gece başımı yastığa  koyduğumda, göz kapaklarımın içinde boğuştuklarım, bu değil.
Kendinden daha aptal olduğunu bildiğin  birine tamah göstermek ne kadar doğrudur ki?
Peki,  insanlıktan  nasibini almamış birinden  insanlık  beklemek?
Ya da hepsini  geçtim, her şeyin merkezine oturttuğun o insandan her seferinde darbe yemeye,  ağzından çıkan zilyon kelimenin onun kalın  duvarlarına çarpıp birer füze  hızıyla yere patır patır düşmesine ne demeli ki?

Boş. Bomboş. Hiçbir şey için çabalıyoruz.
Hiçbir  şey için ağlıyoruz.
Hiçbir  şey için doğduk  ve hiçbir şey için ölüyoruz.
Ne,  nedir, nedendir?
Aklımın sınırları yok artık.
Düşündükçe ölen bir insandan,
Ne beklenir?

Keşke zamanın akışına  müdahale edebilsek.
Keşke bazı şeyler,  anlatılmaya gerek kalmadan anlaşılsa.
Keşke bazen,  daha fazla yorulmasak.

Benim,
Gücüm kalmadı.
Geri kalan yolda yürümekten bahsediyorsun da,
O gördüğün toz toprak,  üstüne  bastığın şey yol  değil,  benim.
Üstüme  basıp geçme yar,  diye şarkı bile yazmış adamlar. Çünkü tarih, tekerrürden ibaret.

Tanrı?
Naber?
Hadi bir takas yapalım.
Benim canım, onlara mutluluk.
Fazlasıyla adil.

Gözlerimi  kapıyorum.
Göz kapaklarımda başka hiçbir şey yok senden başka. Ama bazen,  keşke hiçbir şey olmasa.

Siyah.
Simsiyah bir  bilinmezliğe düşmüşüm yine.
Ben ne meçhul ne meczup.
Ben, araf.


17 Ocak 2015 Cumartesi

7.5

Ne zormuş susmak.
Susmaya çalışmak.
Çalışmak,
Tam becermis olduğunu karşı tarafa yedirmisken bocalamak.
O ne kabustu.
Onlar ne kabustu!
Ah ne zor. Ne zor susmak.
Ne zor sevdiğim,
Bir adamın ne yaptığından bihaber olmak.
Onlar ne kabustu!

8 gün.
Acımı nasıl yasayamamissam, dün cekmecemde, bir yılbaşı corabinin kokusunda denk gelince sevdiğim,
adamin kokusu,
Hüngür hüngür ağladım.
Acımı nasıl yasayamamissam,
Kabuslarim oldu sevdiğim.

Dışarı attığım her adımda,
Keşke çıksa karşıma
Diyorum.
Geçen her arabada, takside, otobüste,
Keşke olsa, görse, görsem,
Diyorum.
Keşke görsem,
Hiçbir şey yapmam,
Yapamam.

Çık şarkıların içinden.
Çık rüyalarımdan, kabuslarimdan çık.
Şiirlerin dizelerinde gizlenmeyi bırak sevdiğim,
Saklambac oynama yaşımız çoktan geçti.
Durma rakı şişelerinde,
Ictigim her yudumda boğma beni.
Başımı koyduğum yastıktan gel de al kokunu,
Yatağı çarşafı yakacağım,
Al n'olur!
Aklımı da ver bana geri.
Sende kaldı.

Bir insan club şarkısında dahi ağlar mı?
-Evet

-Nasıl oldu?
-Bitti işte. Bitti yani.

-Yazıyor mu hala?
-Yazsa keşke.

-Neden gitmediniz?
-Butlere kaldık ya anne, ondan.

Bir insan, nasıl olur da susar,
Icin icin,
Kana kana
Bir insan, bir insana nasıl susar?
Yudumu zehir olsa içilir sevdiğim,
Adamın.

Her şeyde biraz sen varsın.
Sana açık kucaklar bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun.
Gitme dur ne olursun, gitme kal yalan söyledim,  doğru değil ayrılığa daha hic hazır değilim.
Sana ben şiirler sözler büyüttüm.
Gitme aklım sende kalır, uyuyamam geceleri.
-Oha melis, senin sesin güzelmiş.
-Acıdandır.
Böyle mi olmalı solmali sevgililer?
-Hala engellememis beni.
Sen bana geç kaldın,  ben sana erken,  tutuşsun gün yansın geceler,  vaktimiz var gel.
-Gelmesin be abi. Git diyen sen değil miydin?
-Sss, benim için son paylaştığı şarkı çalıyor.
Ellerini tutmadim yar, yatamam geceleri...

Yatamam geceleri,
Geceleri sabah etmeden yatamam.
Susamam,
Sana susamisken,
Daha fazla susamam.
Git,
Hepten git.
Öyle bir git ki,
Bir adın kalsın geriye,
kırılmış şeylerin nihayetinde.
Öyle bir git ki,
Adın bile kalmasın n'olur!

Göz pınarlarımda sakladım,
8 gün.
Dün,
Bir yılbaşı çorabında,
Bir kazakta,
Bir cüzdanda,
Bir yastıkta, 
Elimi attığım her yerde koktun!
Ciğerlerimi bile acitabilir mi sevdiğim,
Adam.

Okumazsın demiştin,
Okumuştum, 
Defalarca,
Ağlamıştım da salya sümük.
Silmişsin.
Haklısın.

Daha buraya ne saçmalarim.
Ne ağlarım.
Ne söylerim şarkıları.
Ama bana eyvallah demeyi sen öğrettin.
Hadi eyvallah!
Sevdiğim.

Posted via Blogaway