16 Eylül 2013 Pazartesi
14 Eylül 2013 Cumartesi
Elleri Ellerime
"Seni sevmeme izin ver." demişti.
Ellerimi bırakmamıştı bütün gece. Yüzüne götürüyordu, öpüyordu, kokluyordu. Avuçlarında bir elmas taşıyormuş gibi davranıyordu. Bense fazlasıyla tedirgindim. Sevildiğimi hissettiğim zamanlarda hep böyle olurum. Bir şeyler tamamiyle iyiyse, onu mutlaka kötü ederim kendi içimde.
Alkol iyice kanıma karışmıştı ki başım dönüyordu. Ellerimi bırakmıyordu. Durmadan bir şeyler anlatıyordu.
-Saatlerdir ellerini tutuyorum ama hala buz gibiler. Seni sevmeme izin versen, ısınacaklar.
-Ne alaka?
-Korkun ellerinden akıyor işte. Korkun kanını donduruyor. Ellerin buz gibi. Sevmeme izin vermiyorsun. Aklına girmeme izin verdin, kalbine neden giremiyorum? Oysa ellerini tutmama da izin veriyorsun. Anlamıyorum seni. Anlayamıyorum.
-Beni sevmene izin veriyorum işte. Benim izin veremediğim, seni sevmem.
-Evet, bu daha doğru. O halde, beni sevmene izin ver. Bak, ne mutluyuz. Yani, mutlu musun?
-Korkum mutluluğumu bastırıyor.
-Korkma. Neden korkuyorsun?
-İncinmekten, yeniden.
-Sana burada boş vaatler vermek istemem. Seni kandırmak istemem. Zaman ne gösterir bilmiyorum. Ama seni daha da incitmemek için elimden geleni yapacağım. Güvenmeni ya da inanmanı beklemiyorum. Seni sevmeme izin ver de, gerisi mühim değil. Aldığım nefes bir tek senin ellerinden alınca güzel.
İyice başım dönüyordu. Yüzünü yüzüme koydu. Kulağıma sevgi dolu cümleler tıkıştırıp duruyordu.
İnsan, etkilenmeden veya kapılmadan edemiyor. Duygu dediğimiz şey, ağzımıza sıçıyor.
-Kalbini aç, ben geldim.
Bu kadar saf olma. Dört odacıklı bir organdan bahsediyoruz. O kalbi sana açarsam, ölürüm. Nitekim açmadım. Ama yine de öldüm.
Sabah uyandığımda yoktu. Aradım, üçüncü çaldığında açtı. Acilen gitmesi gerekmiş. İnandım mecburen. Akşam geldi. 2 gün sonra yurt dışına gidecekmiş. Nereye gideceğini söylemedi, ben de sormadım. O gece uyurken ellerimi yine bırakmadı. Sabaha karşı bir ara uyumuşum. Gitmiş, ben uyurken. Aramadım bu sefer. O da aramadı. Bir mesaj attı sadece, mesajın sonunda bir fotoğraf vardı, ellerimi tutarken çekilmiş; "Acilen gitmem gerekiyordu. Uyandırmaya kıyamadım. Ben dönene kadar kendine iyi bak, ellerine zaten ben bakıyorum.".
Dönmedi.
Hoş, dönmesini beklemedim de zaten. Ama dediğim gibi, insan etkilenmeden edemiyor. Bazen, ellerimi hiç bırakmamış olmasını dilemiyor değilim.
12 Eylül 2013 Perşembe
10 Eylül 2013 Salı
9 Eylül 2013 Pazartesi
8 Eylül 2013 Pazar
7 Eylül 2013 Cumartesi
2 Eylül 2013 Pazartesi
Bazen bazı şeyler olmamış gibi davranmasını çok iyi beceririz. Hatta çoğunlukla. Ama bu çoğunluğun dışındaki zamanlarda bataklığın ortasına saplanıp kaldığımız gerçeğinden kaçamayız.
Yine öyle bir zamandayım. Çoğunluğun dışında bir zamanda. Kayboldum.
Demiştim kırılır dökülürüm diye, bundan birkaç yazı önce. Nitekim kırılıp dökülmeye çoktan başladım bile. Benliğimi kaybeder gibiyim.
Bazen olur size de; yorulduğunu dibine kadar hissedersin. Bedenen değil, ruhen bitikliğe ulaştığını. O kadar yorulmuşsundur ki, cam kırıkları gibi batar her yerine, en derine. Hissetmemen işten bile değildir. Hah işte, bildin mi? Tam olarak böyle bir hissiyat içindeyim. Bazı şeyler olmamış gibi davranmayı beceremiyorum. Sarhoş olunca gizleyemiyorum mesela. Üzülünce üzülmemiş gibi yapamıyorum. Kızınca kaşlarımı çatmadan edemiyorum. Korkunca, geri çekilmeden duramıyorum.
Korkuyorum. Evet, kelimenin tam anlamıyla korkuyorum. Çoğu şeyden. Ama en çok da, birine güvenmekten korkuyorum.
Aynı hikaye, farklı karakterler.
Değişmiyor senaryo.
Seviyorsun. Güveniyorsun. Üzülüyorsun. Çok üzülüyorsun. Sonrası meçhul zaten.
Birileri geliyor hayatıma. O kadar aşinayım ki bu gelmelere. Tam o sırada yorulduğum gerçeği yüzümü yumruklamaya başlıyor işte.
Kendimi en baştan birine anlatmak mı?
Bir başkasını en baştan tanımak mı?
Güven? O biraz beklesin.
Ben tüm bunları düşünürken, gelen çoktan gitmiş oluyor.
Gerçek aşk dedikleri şey de yok zaten.
Gerçek aşk varsa, tek boynuzlu at da var.
Yine öyle bir zamandayım. Çoğunluğun dışında bir zamanda. Kayboldum.
Demiştim kırılır dökülürüm diye, bundan birkaç yazı önce. Nitekim kırılıp dökülmeye çoktan başladım bile. Benliğimi kaybeder gibiyim.
Bazen olur size de; yorulduğunu dibine kadar hissedersin. Bedenen değil, ruhen bitikliğe ulaştığını. O kadar yorulmuşsundur ki, cam kırıkları gibi batar her yerine, en derine. Hissetmemen işten bile değildir. Hah işte, bildin mi? Tam olarak böyle bir hissiyat içindeyim. Bazı şeyler olmamış gibi davranmayı beceremiyorum. Sarhoş olunca gizleyemiyorum mesela. Üzülünce üzülmemiş gibi yapamıyorum. Kızınca kaşlarımı çatmadan edemiyorum. Korkunca, geri çekilmeden duramıyorum.
Korkuyorum. Evet, kelimenin tam anlamıyla korkuyorum. Çoğu şeyden. Ama en çok da, birine güvenmekten korkuyorum.
Aynı hikaye, farklı karakterler.
Değişmiyor senaryo.
Seviyorsun. Güveniyorsun. Üzülüyorsun. Çok üzülüyorsun. Sonrası meçhul zaten.
Birileri geliyor hayatıma. O kadar aşinayım ki bu gelmelere. Tam o sırada yorulduğum gerçeği yüzümü yumruklamaya başlıyor işte.
Kendimi en baştan birine anlatmak mı?
Bir başkasını en baştan tanımak mı?
Güven? O biraz beklesin.
Ben tüm bunları düşünürken, gelen çoktan gitmiş oluyor.
Gerçek aşk dedikleri şey de yok zaten.
Gerçek aşk varsa, tek boynuzlu at da var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)