8 Eylül 2016 Perşembe

why does it hurt so bad

işte, yine geldi. 
içimdeki o kaçıp gitme isteği, yine başını çıkardı o kalın toprağın altından.
kurutmuştum oysaki, sıvamıştım üzerini bir daha çıkmasın diye. 
ama olmuyor. 
yapamıyorum. 
gitmeyi istemeden duramıyorum. 
kaçmak, kaçmak, kaçmak 
ve gitmek. 
ellerimin tersiyle alıyorum yanağımda biriken tuzları. 
dudaklarım birbirine kenetli ama ne kadar da çok konuşuyorum. 
zihnimde dönüp dolanan tilkilerin peşinden koşuyorum. 
ipin ucunu kaçırdım sanırım, yakalayamıyorum. 
umut balonum kaçtı avuçlarımın arasından ve kalbimle beynim kesti bağlantısını. 
kendime küstüm. 
kendimi bu denli hırpaladığım için kendime kızdım. 
ne için dedim, 
ama yanıtını veremedim. 
yalnız kalmaktı oysa tek isteğim. ama onu da beceremedim. 
kaçıp gitmek istedim ama ne yerim vardı ne yurdum. 
kimsesizdim çoğunlukla. 
aslına bakarsanız yalnızlığın tüm gerekliliklerini taşıyordum, ama yine de yalnız kalamıyordum; zihnimde, içimde, kendi içimde bir türlü yalnız kalamıyordum. 
beni bırakın istiyorum, çok şey değil. 
bırakın ve öylece kalayım kendimle. 
benim, bana ihtiyacım var. 
bensizliğimde çok şey kaybettim; onları tekrar kazanmaya, kendimi yeniden bulmaya ihtiyacım var.
beni bana getirmenizi de istemiyorum sizden. 
sadece, 
beni benimle bırakın 
yeter. 


6 Eylül 2016 Salı

(

Ayaklarım gidiyor istemsizce ve ben nereye olduğunu bile bilmiyorum. Zihnim bulanık. Gözlerimle etrafı tarıyorum ama bana tanıdık gelen hiçbir şey yok. Ağaçların dallarına takılıyor ellerim ve çiziliyor derimin üstü ama umrumda değil gibi. İçimde daha çok acıyan yerler var. Zihnimin derinliklerinde, beynimin en ücralarını kemiren o ne idüğü belirsiz düşünceler. Sonra karşıma çıkıyorlar. Korkuyorum çokça. Bakıyorlar gözlerimin içine ve bekliyorlar, beni. Geri dönmek istiyorum. Ama durduğum yerde battığımı fark ederken her şeyin geç olduğunu biliyorum. Ve korkmak hiçbir sonuç getirmiyor önüme. Bana bakmaya devam ediyorlar ve kimse elini uzatmıyor. Bu boktan bataklıkta en dibe çekilirken, hallerine şükredecekleri bir beter oluyorum sadece. Fakat bataklık bile, üşüten sıcaklıklarından daha huzurlu.



Posted via Blogaway


24 Haziran 2016 Cuma

실망

Koca bir hayal kırıklığıydı yaşadığım. Hatta öyle büyüktü ki, yıkılıp dağılırken çıkardığı sesi kulaklarımın en derininde duymuştum. O an, sanki biri elini içime daldırıp kalbimi avcunun içinde acımasızca sıkarken bir yandan da beynime kızgın şişler saplıyordu ve ruhumu da kezzap dolu bir kazana daldırıp çıkarıyordu. Ne demem, ne yapmam ya da ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Herhangi bir detaya dair hiçbir şey düşünemiyor ve içinde bulunduğum duruma herhangi bir çözüm getiremiyordum. Gecenin zifiri karalığında bir labirentte yolumu bulmaya çalışıyor gibiydim ve yolumu aydınlatacak tek ışığımı da kaybetmiştim. Parlaklığını aldığı kutsallığını yitirmişti ve ben kinciydim. Yalnızca kinciydim ve hayatımda kendimden çok değer verdiğim tek varlığa kin duymamak için kendimi bu denli kasma yoluna girmişken bir yandan aklı selim davranmaya çalışmak benim için çok zorlayıcıydı. Danışacağım kimse, ağlayacağım hiçbir omuz yoktu. Dışardaydım ve tüm günün sıcaklığına inat esen serin rüzgarla huzur bulmaktı tek amacım. Ama olmadı. Girdiğim şok muydu, cehennem miydi bilmiyordum. Üstümdeki ince ceket bile ağır geliyordu ki, ruhumun bana ağır gelmesi o an için çok olası ve normal karşılanabilecek bir şeydi. Kırılmış hissediyordum. Sonraysa kızgın. Hayal kırıklığının getirdiği kızgınlığı yaşıyordum iliklerime kadar ve göz pınarlarıma iğneler batıyordu sanki, göz yaşlarım çıkmak isteyerek birbiriyle ateşli bir kavgaya düşüyor ve gözlerimi yakıyordu. Yine de, içim kadar bile karanlık olmayan ama düşüncelerim kadar sonsuz gökyüzüne çevirdiğimde bakışlarımı, gözyaşlarımı geri göndermeyi başarabilmiştim. Tek yapabildiğim ‘nasıl?’ diye sormaktı. Mantıklı düşünebilecek bir zihnim kesinlikle kalmamıştı. Aslında o an için yapmak istediğim, etrafımda ne varsa kırıp dökmek ve bunları yaparken de bir yandan çığlık atarak ağlamak ve sonrasında her şeyi bırakıp, ama herşeyi, benliğimi bile, koşarak gitmekti; nefesim kesilene kadar, göz yaşlarım bitene kadar, belki de tüm gerçeklikten uzaklaşana kadar. Tüm ütopyalarım kirlenmiş, ellerimin arasında kırılmış hayallerimle baş başa kalmıştım. Çıkmaz bir yolun eşiğinde duvara çarpan nefeslerimle yüz yüzeydim; yüzleşmem gereken tüm gerçeklerden kaçmak isterken hayatın en çekirdek gerçeğiyle yüzyüzeydim: yaşıyordum kısacası ve duvardan sekip yüzüme geri dönen nefeslerimin varlığı devam ettiği sürece gerçeklerden kaçmam asla mümkün olmayacaktı, aslında en çokta buydu o an canımı sıkan. Ama her şeyden öte, kalbim un ufak olmuştu. Kalbim, hayallerim, düşüncelerim, ruhum ve bedenim. Ellerim titrerken, derman kalmayan bacaklarımın üzerinde durmaya çabalamak beni daha fazla yormaktan başka bir işe yaramıyordu. Sonra adımlarımı dinledim. Beni götürdükleri yerde bir iki şişe devirdim ve alev alev yanan gözlerime eklenen yanaklarıma bir de dönen başım eşlik etti. Müzikler değişti, insanlar değişti, saatler değişti ama ben aynı kaldım. Öylece, oturduğum yerde kala kaldım ve uyanmayı bekledim. Birinin adımı seslenmesini ya da beni dürtmesini ve bu aptal kabustan uyanmayı bekledim. Fakat hiçbir zaman olmadığı gibi, yine olmuyordu işte; beklediğim hiçbir şey olmuyordu ve acı, içimi tüketmek istercesine koca bir katran karası olarak içimde büyümeye devam ediyordu. Artık taşıyamacağımı hissettiğim acıyı gözlerimden doğuruyordum. Yürüyordum, arşınlıyordum asfaltı fakat yol geçiyordu, zaman geçiyordu, başka hiçbir haltın geçtiği yoktu. Sonu yoktu, belki de olmayacaktı. Umutsuzdum, kırgın ve de her şeyden öte kızgındım. Anlamak istiyordum, sadece anlayabilmeyi diliyordum. ‘Neden?’ diye soruyor ve cevabını alabilmek istiyordum. Ve belki de, zaman istiyordum. Yine de zaman, hiçbir haltın ilacı olmuyordu ve her şeyin üzerine kirli bir toprak atmaktan başka bir işe yaradığı söylenemezdi. O toprağı temizleyip geçmişi tekrar açtığında hem ellerin kirleniyor hem de canın daha çok sıkılıyordu hepsi bu; kirli bir geçmiş oluyordu  kısacası. Belki de, diyordum, belki de gözlerimi kapatıp kendimi sonsuz boşluğa bıraksam geçerdi ama dayanıyordum; hala neden olduğunu bilmeden, tüm olanlara dayanıyor ve katlanıyordum. Gecenin karanlığı sarıyordu etrafımı ve dönen başım, birbirine dolanan adımlarıma yardımcı olmasa da en azından sebepsiz gülüşlerime kaynak oluyordu. Kafa değiştirmek istiyordum; kendi kafamı bırakmak ve yeni bir  kafa edinebilmek, sorunsuz, sıkıntısız, temiz bir kafa işte. 

24 Şubat 2016 Çarşamba

슬픔

Çiçek kokulu notalar bıraktım sessizliğinizde asılı,
acı anlaşılmazlıklar kusan parmak uçlarımla. 
Vurdu tuşlar tellere ve kanadı her biri nağmeli çığlıklar eşliğinde.
Çok hüzünlüydü şarkımız ama,
Biri dans etti yine de.

Çok gözyaşı döktük ama,
Biri gelip sildi yine de.

Sonra sustuk çığlık çığlığa. 
Kulaklarımız kanadı sessizliğimizde ve kapattık gözlerimizi gerçekliğe. 
Ayaklarımızın altına saplanan çetrefilleri umursamadık ve yürüdük yine kendi bildiğimiz yoldan.
Kaybolunca sorduk akbabanın birine ve
"Burnunun dikine git!"
Dedi bize.

Bildiğimizi okuduk.
Burnumuzun dikine gittik.
Akbabalara yem olmamak için, birbirimizi uçurumda ittik.

Çok saçmaydı hikayemiz ama,
Biri okudu yine de.
Çok öldük hepimiz ama,
Biri ağladı yine de.


Bu gece...
...Siyahın altında ezilen acılarımı topladım gökyüzünden. 
Kirli avuçlarımın arasında, sanki her an kaçıp gidebileceklermiş gibi sıkı sıkıya tuttum onları ve ayaklarımın altında acımasızca çiğnediğim toprağın üstüne ufaladım parmak uçlarımla. Tuzlu göz yaşlarımla suladım ve bekledim acılarımın çiçek açmasını.
Bir avaz çığlıkla açan ilk çiçeği koparıp, kestim sesini. Diğerlerine de aynı şeyi yaptım ve bokluğun elli tonunu barındıran ellerimin arasında sıkıca tutup içimdeki çocuğun mezarlığının baş ucuna bıraktım acı çığlıklarımın karanlık çiçeklerini.
Soğuk mezar taşında kendimi gördüm.
Siyahtım.
Simsiyah. 
Gökyüzü yarılsa ve Tanrı elini de uzatsa, aklanmazdım.  Her bir zerreme işleyen katran karasını, yıllarca çamaşır suyunda da bekletseler beni, çıkaramazlardı. 


22 Ekim 2015 Perşembe

Bir küçük dua...

"Nasılsın?" , dedim.  Sorumun cevabının 'kötü' olduğunu bile bile.
"İyi değilim..." dedi.

İnsan, boğazına mesken kurmuş koca bir yumrukla konuşmaya çalışırken sesinin titremesine engel olamıyordu oysa ki. Ama sesim titrememişti.

"Üzülme" dedim,  "senin yerine ben üzülürüm."
Telefonun soğuk ahizesinden kulağıma dolan titrek sesinden, yaşlarla dolan gözlerini görmek nasıl mümkündü?
Kendi gözlerime baktım camdaki yansımamda. Kendi gözlerimin dolduğunu bile farketmemişken, bu mümkünatın 'gözden uzak olanın gönülden uzak olmaması'ndan ötürü olduğuna emin oldum.
Kupkuru ağzımda ki tek bir tükürük tanesini boğazımdan aşağı zorlukla itelerken içimden bininci kez dua ettim 'Allahım, onu iyi et ne olursun.'

Lanet, uzak bir şehirde, elimde tuttuğum telefonun ufak deliklerinden kulağımı delip beynime kazınan robotik seslerin,  beni bu denli üzmesine anlam veremedim.
Lanet ettim.
Sadece lanet.
Burada olmamayı diledim.
Onlardan uzak olmamayı.

İzmaritin ucunda tutuşmaya devam eden tütün süngere dayanırken derin bir iç çektim. Yumduğum göz kapaklarımın ardındaki karanlığa gömülürken, göz yaşlarımın yanaklarımı yakıp geçmesine müsaade ettim.

Gözlerimi açtığımda onun yanında olmak istedim, onların yanında. Ellerini tutmak, sarılmak,  üzüntülerini paylaşıp onlardan eksiltmek istedim.
Dua ettim.
Allahım, kendim için değil, torununu kucağına almasına izin ver.
Benden al, ona ver.


12 Eylül 2015 Cumartesi

Ah!


1-
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
Biraz kolonya sürünsem,
Ferahlasam, pencereyi açsam.


Şöyle bir şey yazdım sonra:
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı,
Bir şiire böyle başlanmazdı.


İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses...
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.

Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.


Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!



İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.


Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:

Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!



Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.


Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.

Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!


Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taş bebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik göz kapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.


İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.


İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.


Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. 
Ah!



Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
‘İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’

Tanrı şöyle derdi o zaman:
Ah!


Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!


Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.


Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
Mesela o zamanlar
Mutsuz olduğunda insanlar,
Yok olurmuş bazı dakikalar.



Gülümsedim o sıra,
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah... dedim sonra,
Ah!



Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
İstedim, hep istedim,
Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
Hesabımı vermekten başka.


Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.



At arabasıyla kağıt toplardı
Her sabah çingene kadınlar.
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
Şaşırırdım
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?


Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,


Yeniden doğmuş olurdum oysa,
Öldüğümü sandıklarında,
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.


Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim.

2-
Bir göl vardı evimizin karşısında,
Mavi gözleri olan,
Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.

Ya siz,
Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?



İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım.
Ah demişti.
Ah!
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi,
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.


İç ses! 
Bu bahsi kapa!

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ve ağladı camlar,
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
Sanki biraz rahatladım.
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
Artık kimse mutsuz olmayacaktı.
Ah...dedim sonra,
Ah!

İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
Aynı vampir gibi çıkacağız.
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
Sanki biraz ferahladım.
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
Hala aç mısın?

Bir tren geçti yine tam o sıra
Ustura gibi kara,
Düdük çala çala,
Geçti şiirimin ortasından.
Kes şunu dedim, kes artık!
Oldu olacak,
Kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
Merak ederdim,
Kesik başları ve sarı ışıklarıyla
Nereye gider bu insanlar?
Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
Bir kara yılan gibi,
Bilemezdim menzil neresi?


Ah...dedim sonra
Ve acilen makas değiştirdim.

İç ses, diye söylendim,
Raydan çıkma bundan sonra.

Kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
Sevinirdi,
Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
Muhabbet ederdik kuyrukta.
Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
Fötr şapkalı kelimeleriydik,
Çürük dişlerimizle bizler,
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
Saf ve pembe gülümserdik.
Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
Neden hep aynı yerdeyiz,
Hayattan söz edilirdi,
Zor denirdi,
Ve ardından susulurdu mutlaka.

Fötr şapkalı amcalardan biri
Ah derdi sonra,
Ah!
Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.

3-

“Bir Arap şairi şöyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”

Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.


Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.

Yıllarca biriktirdim
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma hayat diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı.
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.

Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
Ah.. dedim sonra
Ah!


İç ses, diye söylendim,
Başımda rüzgar vardı
Başımda uğultular...
Kalbim usulca kıpırdardı
Ve ses çıkarırdı dokununca
Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda rüzgar vardı,
Yine esiyordum
Hızla dönmeye başladı kalbim
Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda uğultular...
Fırtına çıktı sonra,
Yaşadığını anladı kalbim,
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.


Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim:
A
H!



Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.

Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan,
Bir AH’dan başka.
Ah benim nergis kokulu cehaletim
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
AH!

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!


İç ses, diye söylendim.
Gel!
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.


Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...


~Madak