27 Temmuz 2013 Cumartesi

Bulunmadığımız yerler daha çok huzur verecekmiş gibi düşünür, bulunduğumuz yerde sıkışmışlık hissiyle gitmeye çalışırız. Halbuki gitmek, hiçbir zaman iyi değildir.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

*

Her insanın bir hikayesi vardır ama her insanın şiiri yoktur. Seninse bir şiirin var(dı), içine sıçtığın. Şanslıydın. Şanslı bir boktun evet. Şimdi gelsen de bir, gelmesen de bir.


Son sigarasını da tersten yakmıştı. Dalgalar dizlerine kadar çıkıyordu. Olabildiğince kuvvetiyle sigarayı fırlattı denize. Sonra bekledi öylece. Zifiri karanlığa kitledi gözlerini. Sadece nefes alıyordu. Birden denize bıraktı kendini, sırt üstü. Dalgalarla bir ileri, bir geri gidip gelirken yıldızları izledi. İçinden neler geçirdiğini içi bile bilmiyordu. O kadar çok içmişti ki belki denizde dalga bile yoktu, yalnızca kafası dalgalanıyordu. Düşünmeyi düşünüyordu. Daha yarım saat öncesinde vücudunda dolaşan elleri düşünüyordu. Ölmek istedi bir an. Ölmeyi düşündü. Kaybedeceklerini düşündü sonra. Kaybedecek neyi vardı sahi? Bilmiyorlardı şu an onun nerede, nasıl olduğunu. Ne önemi vardı, ölse şimdi, şurada? Klasik şeyler, törenler falan filan. Biraz ağlarlar, geçer. Herkes gibi unutulur. Geriye fotoğraflar kalır. Tüm bunları ve daha da fazlasını geçirirken zihninden, bıraktı kendini denizin karanlık odalarına. "Artık tamamiyle özgürüm." diye düşündü, son kez.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Öldürmek Üzerine Birkaç Not

Berberim. Herkesin başına gelebilir bu, herkes berber olabilir. Benim iyi bir berber olduğum da söylenebilir. Herkesin saplantısı başkadır. Ben sivilcelerden hoşlanmam örneğin.

Şöyle oldu: Onu güzelce tıraş etmeye başladım. Yüzünü ustaca sabunladım, sonra usturayı biledim meşin kayış üstünde, elimin içine sürüp yumuşattım. Ben iyi bir berberim. Bugüne kadar kimsenin derisini yüzmemişimdir. Ayrıca bu herifin sakalı pek gür değildi zaten. Ama... sivilceleri vardı. Evet pek bir özellikleri yoktu bu irin tepeciklerinin. Yalnızca beni sinirlendirip rahatsız ediyorlardı. Kanım tepeme çıkıyordu onlara baktıkça.

Birinciyi fazla hasar vermeden hallettim.

İkinci... kanadı.

Sonra bana ne oldu bilmiyorum ama doğaldır. Yarayı büyüttüm ve tedavi edemeyeceğimi anlayınca kendimi tutamayıp kafasını kestim bir vuruşta.

--------------------------------------------------------------------------------------------------

Sütlü kahvesini küçük bir kaşıkla karıştırmaya başladı. Sıvı, alüminyum aletin bu şiddetli müdahalesiyle fincandan taştı. Fincan bayağıydı, kahvehane ikinci sınıftı, kaşığın üstünde geçmiş günlerin pası vardı. Metalin cam üstünde çıkardığı ses duyuluyordu. Şıngır mıngır, şıngır mıngır. Sütlü kahve, ortasında girdap gibi bir delikle ha babam dönüyordu.

Karşısında oturuyordum. Kahvehane doluydu. Adam durmadan karıştırıyordu. Dingin, gülümseyip bana bakarak. İçimde bir şey kalktı. Ona öyle bir bakmış olmalıyım ki, açıklama yapmaya zorunlu hissetti kendini.

— "Bir türlü erimedi şeker."

Bunu kanıtlamak için kaşığı bir iki kere fincanın dibine vurdu. Sonra daha büyük bir güçle kahvesini karıştırmaya koyuldu yine. Karıştır babam karıştır. Durmaksızın, dinlenmeden! Camın üstünde kaşık sesi. Şıngır mıngır, şıngır mıngır, durmadan, sürekli, sonsuza dek. Dön Allah dön. Gülümseyerek bana bakıyordu. Sonra tabancamı çıkarıp ateş ettim.


------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Bıçağı aşağıdan yukarıya, bir mandayı deler gibi soktum.
Sevişirken boş gözlerle tavana bakıyordu çünkü.


------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Beni kimselerin görmediğinden emin olduğum için öldürdüm onu.


------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Hiç can sıkıcı, yapışkan, durmadan ısrar eden bir piyango biletçisini öldürme isteği duymadınız mı? Herkes adına yaptım.


-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


"Biraz daha almaz mıydın?"

Hayır diyemedim ama pilavı da hiç sevmem.

—"Biraz daha almazsan pilavımı sevmedin demektir."

Bu insanlardan oldum bittim rahatsız olurdum. Onlardan bir şey istemeye gitmiştim. Hemen her şey yolundaydı ama... O pilav.

— "Biraz daha?"

—"Bir lokmacık daha?"

Gırtlağıma kadar doymuştum. Kusacağımı hissettim. Yapmaktan başka çarem kalmadı. Zavallı kadın, gözleri açık gitti sonsuzluğa.


----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Kadifeye dokunamam. Alerjim var kadifeye. Adı geçse tüylerim diken diken olur. Bu konu nereden açıldı bilmiyorum. O kibirli herif için en önemli şey kendi keyfiydi. Neresinden çıkardı bilmiyorum ama el kadar bir parça kadifeyi yanaklarıma, boynuma, burnuma sürmeye başladı.

Yaptığı son şey bu oldu.


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Susmayı önce hangimiz başlattı, hatırlamıyorum. Ama, sustuk işte. Şahsen ben güzel susarım. O da fena susmuyor. Oysa söylenecek epey şey var. Yani, “Artık konuşulacak bir şeyimiz kalmadı.“ zamanımızda değiliz. Ama, ben sözcüklerimi tamire verdim. İçleri boşalmış, anlamları kırılmış, üzerlerine frekans kirliliğinin isi sinmiş. Öylesine, boş boş uçuşuyorlar havada. İçlerinden birkaç tanesini yakalayıp ona söylesem… "Saatlerimiz şu anda on altı kırk ikiyi gösteriyor, dışarıda kırk ikindi yağmurları yağıyor. Ve, ve ben sizi çok seviyorum…İnsan, çok değil, bir tanecik sevgi sözcüğü söylemeye kalksa, salak bir program sunucusunun frekansına giriyor.
Bir felçliyi kucaklıyorum sanki sana sarılırken. Baktığımdaysa sanki hep bir gün batımısın. Dudakların bir mermer kadar soğuk. Beni sevdiğini söylüyorsun. Beni kandırıyorsun. Gerçekçi olduğundan değil, buna inanmak istediğimden kandırabiliyorsun beni. Ama kendini kandıramıyorsun. Vücudun seni ele veriyor.
-demişti. Sanırım hayatımdaki en romantik ayrılıktı.

 Artık her şey yolundaymış gibi yapamıyorum.
Değil çünkü.


17 Temmuz 2013 Çarşamba

Uykum kaçtığında elini kafasının içine daldırır, içinden birkaç kırmızı ninni çıkarırdı.
Kanında gezen kopkoyu kahveyle beraber demlenmiş, şarkılarla bezenmiş o güzel masalları dinlemeden uyuyamazdım.
Uykusuzluğun böylesine alıştığımda hasbelkader içine düştüğüm tüm rüyalarda onu arayacağımdan bihaber, koca bir takvimin yapraklarını her gece birer ikişer yırtıp pencereden aşağı bırakırdım.

Takvim bitti. Günler tükendi. Kahve yok. Ninni yok.

Geceler ise sadece Güneş’in izne çıktığı karanlık gündüzler silsilesi artık.


11 Temmuz 2013 Perşembe


Öldük mü? 
Belki. 
Gerçekte değil henüz. Ama kafamızda çoktan.

9 Temmuz 2013 Salı

Geçen gün yine kafam olmuş bi' ton. Aklımı dağa kaldırmışım. Olabildiğince hızlı kaçıyorum gerçeklerden.
Biri yaklaşmaya çalışıyor. Birileri bazen de. Dokunmuyorum.
Bir adım atıyor o, ben iki adım geri gidiyorum. Diyorum ki kendime, "Korkuyorum."
-Ama neden?
-Bilmiyorum. Başım dönüyor.
-Gel otur şöyle. İyi olunca gidersin.
-Kalamam. Kaçmam gerek. Bulacaklar beni. Zayıf yanıma dokunacaklar. Kalbime tecavüz edecekler. Koşmam gerek, en uzağa. Onlardan gitmem gerek.
-İnsanlar her yerde. Bugün ondan kaçarsan, yarın diğeri gelecek. Hep kaçamazsın.
-Gardımı indiremem. Önceliklerim var. Sorumluluklarım. İzin veremem kalbime dokunmasına. Yol bitene kadar, kaçacağım.
Bir şey oluyor sonra bazen. Uykumu kaçırıyor. Bu aralar çoğu şey uykumu kaçırıyor.
Bir şeyler oluyor, aklımda, tam kafamın içinde.
Yazmak istiyorum, olmuyor. "Konuşayım en azından." diyorum, dilim lâl olmuş. Bülbülmüşüm, dut yemişim.
Yapamıyorum.
Kalkıp bir sigara yakıyorum, kahve koyuyorum bir fincan. İçerken yine düşünüyorum. Düşündükçe, ve içtikçe, her şey saçma gelmeye başlıyor. Her şey, saçma. Ya da onun da dediği gibi, "Her şey karmaşık.".
Bazen bu karmaşadan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. Tam bu zamanlarda kaçmaya başlıyorum işte.
Bir martı olduğumu düşlüyorum: Bulutların arasında, tüm gerçeklikten uzak bir martı.
Bir martıyım. Ve kimsenin bana dokunamayacağı kadar yüksekte uçuyorum.

6 Temmuz 2013 Cumartesi

-

Yağmur damlaları camı tırmalayıp geçiyordu. Bütün gece gözüne uyku girmemişti. Cam açıktı, yağmur damlaları içeri giriyordu. Yatağı camın yanındaydı. Yüzü ıslanmıştı. Ağlamaktan biraz, biraz da yağmurdan. Öylece bakıyordu tavana. Sanki bir şeyler görüyordu orada. Ya da sanki biri ona bir şeyler anlatıyordu orada. Gözünü onaylarmış gibi kırpıyordu arada. Bazen kaşlarını kaldırıyordu bir şeye itiraz eder gibi. Ama ağzını açmıyordu. Rüzgar çıplak vücudunu yalayıp, odanın içine süzülüyordu. Tüyleri diken diken olmuştu. Rüzgardan üşümüştü belli ki. Ama yine de kıpırdamıyordu. Bir şeyler düşünüyordu, bu her halinden belli oluyordu. 
Bu sefer neden yalnız yattığını düşünüyordu belki. Ondan önceki gecelerde yatağında hiç tek başına yatmamıştı. Her sabah evden çıkmadan önce jilet gibi düzelttiği kırmızı çarşafını her gece başka bir vücutla kırışıklıklara ve iniltilere boğuyordu. Ama bu sefer olmamıştı. Çarşafı hala jilet gibiydi. Belki yattığı yer biraz bozulmuştu, o kadar. 
Düşünüyordu. Hayatından öylece geçip giden insanları. Çoğunun adını bile hatırlamıyordu. Bu muydu olması gereken?
Bir zamanlar insanları anlamaya çalışmaktan çok yorulduğunu söylemişti. Onları dinlemek istemediğini, onlara bir şeyleri anlatmaya çabalamak istemediğini de. Sonucun hep aynı olacağını söylerdi. 

"Ben öleceğim." diyordu. Son zamanlarda sıkça tekrarlamaya başlamıştı. 
Yatağın üstünde öylece yatıyordu. Gözlerini kapattı. Kurumuş dudakları sanki kurak bir toprağın yarılması gibi açıldı: "Ben öleceğim.".
Ve sonra, dudağının üstüne bir yağmur damlası düştü. Odanın içindeki rüzgar çıplak vücudunun üstünden süzülüp, camdan dışarı çıktı. 
Bir gece bile yalnız geçirmediği yatağında, tek başınaydı. 
Ölmüştü.