Anlamak istiyordum. Anlaşılmaktan çok, onu anlamak istiyordum. Gözlerinin içine bakıyordum, en derinine; ağzından dökülenlerle alakası bile olmayan şeyler vardı gözlerinde. Anlatmıyordu, geçiştiriyordu sürekli.
Şimdilerde pek görmüyorum bile onu. Görmek istemediğimden herhalde. Zaten en iyi yapabildiğim şey: Görmemezlikten gelmek.
Dışarı çıkıyorum, boş boş gezinmeye.
Bir boşluk var içimde, dolduramadığım. Bir şeyler hissetmek istiyorum; belki aşk, belki korku, belki heyecan, belki mutluluk, belki hüzün biraz. Ama kendimi hissetmem gerek.
Önce kendimi hissetmeliyim, bir şeyler hissedebilmek için.
İnsanlar gelip geçiyor yanımdan. Buraya geldiğim ilk gün, demişlerdi ki "Burada gece yarısından sonra hayat duruyor.".
Duruyormuş hayat.
Benim hayatım çok uzun süredir gece yarısını geçmiş durumda sanırım.
İnsanlara güvenebilmek istiyorum. Ama yapamıyorum. Zaten yapmamam gerek sanırım.
Onun yerine değer veriyorum. O da kötü.
Sinirleniyorum sonra çok, değer verdiğim insanların bana götlük yaptığını görünce.
Konuşmak istemiyorum uzunca bir süredir. Düşünceler batıyor beynime. Kelimeler gırla beynimin içinde. Ama cümleye dökecek gücüm yok. Günlerce uyusam yeri.
İnsanların gözlerine bakamıyorum. Onları hissetmek, acılarına ortak olmak istemiyorum.
Acı çekiyorum.
Benim acım yetiyor bana. Ama geliyorlar, ortak etmeye beni acılarına.
Günübirlik muhabbetler dönüyor sürekli etrafımda.
Sigaram bitiyor. Yanımda yöremde birinden istiyorum, ne marka olduğu umurumda bile değil o an, sigara olması yeterli.
Yakıyorum, çekiyorum derin bir nefes, karanlığa üflüyorum dumanı ve dağılıp beni terk edişini izliyorum. Ona bile anlam yüklüyorum o an; "Ağzımdan çıkıp giden sigara dumanı gibisin. Ciğerlerime zarar verip tüketiyorsun beni, ama içmeden de edemiyorum. Yine de, havada süzülerek gözden kayboluşunu izliyorum ardından. Allah belanı versin be amına kodumun çocuğu!".
Nefesim daralıyor sonra.
Kendi yalnızlığımda boğuluyorum artık.
Düşüncelerim ele geçiriyor beynimi, hükmediyor bedenime.
"Bu ben miyim?", diyorum bazen.
Hayata karşı bu kadar yenik durur muydum?
İnsanlara karşı bu kadar soğuk muydum?
Bu kadar korkar mıydım bir şeyler hissetmekten?
Olur olmadık zamanlarda ağlıyorum.
İçimdeki boşluktan aşağı hızla düşüyorum.
Tutunacak bir dal arıyorum belki.
Yok.
Karanlıklar var her yerde.
Gitmem gerek.
Hep böyle zamanlarda gitmem gerekir çünkü.
Dönüşü olmayan bir bilet alsam, ve gelmesem geri.
Unutulmak istiyorum.
Unutun.
Beni.
19 Kasım 2013 Salı
18 Kasım 2013 Pazartesi
19 Ekim 2013 Cumartesi
…
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah…dedim sonra,
Ah!
Bazı geceler uyanıp sigara içiyorum karanlıkta
Odamdaki aynada yanıp sönen küçük kırmızı bir yıldızım
Musevi bir kadının ruhu dolaşıyor evde, ya da Müslüman
Ya da ateist bilmiyorum
Gelip yamuk tabloları düzeltiyor, biraz çorba içiyor mutfakta
Sanırım yağmuru yapısalcı bir yaklaşımla karşılıyor
Saçma bir kadın, anlaşılmaz
Ama iyidir saçmalamak dostlarını satmaktan
İyidir adanmak, yalandan
Bir çocuk romanı olarak anlaşılmıştım artık.
18 Ekim 2013 Cuma
&
Kendimi birilerine kaptırıp gitme konusunda bir numarayım. Hayatım boyunca bu böyle oldu.
Yine öyle bir döneme girdim.
Ve öyle ki, en olmayacak, hatta olmaması gereken kişilere takılıyorum.
Yine, öyle birine takıldım.
Olmayacağından öyle eminim ki.
Yani, olmayacak derken, birlikte olunca mutlu olmayacağımızı kastettim.
Çünkü bu bir gelenek gibi, rutin gibi bir şey:
Ne zaman birini çok istesem, elde ederim.
Ve elde ettikten sonra, onunla asla mutlu olmam.
Deli sikti çünkü beni.
16 Ekim 2013 Çarşamba
Bu şarkıya sürüyle hikaye yazılabilir. Ama ben şu an ki bilinçaltımla buna bir yalnız kalış hikayesi yazıyorum; Yağmurun yeni başladığı sıralarda, sevgilinin tam arkasını dönüp gitmeye hazırlandığı dakikalarda fonda çalmaya başlayacak, ve şarkının solo bölümünde yağmurun hızlandığı saniyelerde, yerde dizlerinin üstüne çöküp hunharca ağlanacak şarkı.
14 Ekim 2013 Pazartesi
Geldim yine İstanbul'a.
1 ayda pek bir şey değişmemiş.
Hala küvetle yerin birleştiği köşede küçük bir örümcek var.
Odamın lambası hala sarı.
Diş fırçam aynı yerde duruyor.
Yatağım bıraktığım gibi.
Bir de değişenler olmuş.
Kitaplarımın sırası.
Aynamın önündeki ıvır zıvırların yeri. Toplanmış.
Salonla oturma odasının yeri değişmiş bir de.
Sanki hiç gitmemişim gibi.
Ben oradayken annem hiçbir şey anlatmamış bana. Can sıkıcı bir sürü şey olmuş. Hala da olmaya devam ediyor.
Bizim ayağımız çukura girince, düzlüğe çıkmamız sittin sene sürüyor.
Hal böyle olunca, bende psikoloji kalmıyor.
Canından çok sevdiğin insanları kötü halde görünce, canın çıkıyor.
Canım çıktı.
Ama sorsalar, ki soruyorlar sürekli, İstanbul'a dönmek istemiyorum.
Sebebine kendi içimde henüz karar kılabilmiş değilim. Ama bazen, bazı şeylerin öyle kalması gerekir. Benimki de o hesap, diyelim.
Bir de şey var.
Şey işte.
Bunca boktan şey arasında iyi hissettiren bir şey.
Mesela geçtiğimiz yolları hatırlayınca bile yüzümde mal bir gülümseme bıraktıran bir şey.
İşte öyle bir şey.
1 ayda pek bir şey değişmemiş.
Hala küvetle yerin birleştiği köşede küçük bir örümcek var.
Odamın lambası hala sarı.
Diş fırçam aynı yerde duruyor.
Yatağım bıraktığım gibi.
Bir de değişenler olmuş.
Kitaplarımın sırası.
Aynamın önündeki ıvır zıvırların yeri. Toplanmış.
Salonla oturma odasının yeri değişmiş bir de.
Sanki hiç gitmemişim gibi.
Ben oradayken annem hiçbir şey anlatmamış bana. Can sıkıcı bir sürü şey olmuş. Hala da olmaya devam ediyor.
Bizim ayağımız çukura girince, düzlüğe çıkmamız sittin sene sürüyor.
Hal böyle olunca, bende psikoloji kalmıyor.
Canından çok sevdiğin insanları kötü halde görünce, canın çıkıyor.
Canım çıktı.
Ama sorsalar, ki soruyorlar sürekli, İstanbul'a dönmek istemiyorum.
Sebebine kendi içimde henüz karar kılabilmiş değilim. Ama bazen, bazı şeylerin öyle kalması gerekir. Benimki de o hesap, diyelim.
Bir de şey var.
Şey işte.
Bunca boktan şey arasında iyi hissettiren bir şey.
Mesela geçtiğimiz yolları hatırlayınca bile yüzümde mal bir gülümseme bıraktıran bir şey.
İşte öyle bir şey.
13 Ekim 2013 Pazar
2 Ekim 2013 Çarşamba
~
Yine hissedemiyorum.
Diyorum ki, bırak bu işleri, kaç buradan çok uzaklara. Kalbim soğumuş bir volkan.
Ellerine bakıyorum. Ellerini tutar mıyım acaba gelecekte bir gün, diyorum içimden. Zihnimde dönen milyonlarca saçma şeyden biri bu sadece.
Yağmur daha da hızlanıyor. Artık saçlarım suları tutamaz olmuş, bir bir bırakıyorlar damlaları omzuma.
Rüzgar daha kuvvetli esiyor. Üşüyorum.
Şimdi o olsa, diyorum. Şimdi o olsa, yanımda, sarılmasa bile ısınırdım.
Önümdeki su dolu çukura bodoslama basıyorum. Küfür etmeye yer arıyorum. Basıyorum küfrü. Dişlerimin arasından bir bir çıkıyor daha önce belki de kimsenin duymadığı küfürler.
Kendime kızmaya yelteniyorum yine; daha dün bir bugün iki bile olmadı.
Ayaklarım su oldu.
Yağmur yere o kadar hızlı çarpıyor ki damlaların çıkardığı sesler ayakkabılarımın çıkardığı sesi bastırıyor neyse ki.
Daha dün heyecandan ölüp dirilemiyordum. Bugün midemde yine alevler.
Ah bu gastrit.
Ah şu kafam.
Bazen gereğinden fazla büyütüyorum. Ne meraklıyım birilerine kapılmaya.
Sanki yolda tek başıma yürüyemiyorum.
Yürüyebiliyorum.
Yürüyorum yürümesine de, onunla yürüyünce bir başka güzel oluyormuş.
Yine ne saçmalıyorum.
Biraz daha ıslanırsam zatürre olacağım.
Bu yazıyı biraz daha devam ettirirsem aşık olacağım.
Kalsın burada.
Şimdilik.
Diyorum ki, bırak bu işleri, kaç buradan çok uzaklara. Kalbim soğumuş bir volkan.
Ellerine bakıyorum. Ellerini tutar mıyım acaba gelecekte bir gün, diyorum içimden. Zihnimde dönen milyonlarca saçma şeyden biri bu sadece.
Yağmur daha da hızlanıyor. Artık saçlarım suları tutamaz olmuş, bir bir bırakıyorlar damlaları omzuma.
Rüzgar daha kuvvetli esiyor. Üşüyorum.
Şimdi o olsa, diyorum. Şimdi o olsa, yanımda, sarılmasa bile ısınırdım.
Önümdeki su dolu çukura bodoslama basıyorum. Küfür etmeye yer arıyorum. Basıyorum küfrü. Dişlerimin arasından bir bir çıkıyor daha önce belki de kimsenin duymadığı küfürler.
Kendime kızmaya yelteniyorum yine; daha dün bir bugün iki bile olmadı.
Ayaklarım su oldu.
Yağmur yere o kadar hızlı çarpıyor ki damlaların çıkardığı sesler ayakkabılarımın çıkardığı sesi bastırıyor neyse ki.
Daha dün heyecandan ölüp dirilemiyordum. Bugün midemde yine alevler.
Ah bu gastrit.
Ah şu kafam.
Bazen gereğinden fazla büyütüyorum. Ne meraklıyım birilerine kapılmaya.
Sanki yolda tek başıma yürüyemiyorum.
Yürüyebiliyorum.
Yürüyorum yürümesine de, onunla yürüyünce bir başka güzel oluyormuş.
Yine ne saçmalıyorum.
Biraz daha ıslanırsam zatürre olacağım.
Bu yazıyı biraz daha devam ettirirsem aşık olacağım.
Kalsın burada.
Şimdilik.
16 Eylül 2013 Pazartesi
14 Eylül 2013 Cumartesi
Elleri Ellerime
"Seni sevmeme izin ver." demişti.
Ellerimi bırakmamıştı bütün gece. Yüzüne götürüyordu, öpüyordu, kokluyordu. Avuçlarında bir elmas taşıyormuş gibi davranıyordu. Bense fazlasıyla tedirgindim. Sevildiğimi hissettiğim zamanlarda hep böyle olurum. Bir şeyler tamamiyle iyiyse, onu mutlaka kötü ederim kendi içimde.
Alkol iyice kanıma karışmıştı ki başım dönüyordu. Ellerimi bırakmıyordu. Durmadan bir şeyler anlatıyordu.
-Saatlerdir ellerini tutuyorum ama hala buz gibiler. Seni sevmeme izin versen, ısınacaklar.
-Ne alaka?
-Korkun ellerinden akıyor işte. Korkun kanını donduruyor. Ellerin buz gibi. Sevmeme izin vermiyorsun. Aklına girmeme izin verdin, kalbine neden giremiyorum? Oysa ellerini tutmama da izin veriyorsun. Anlamıyorum seni. Anlayamıyorum.
-Beni sevmene izin veriyorum işte. Benim izin veremediğim, seni sevmem.
-Evet, bu daha doğru. O halde, beni sevmene izin ver. Bak, ne mutluyuz. Yani, mutlu musun?
-Korkum mutluluğumu bastırıyor.
-Korkma. Neden korkuyorsun?
-İncinmekten, yeniden.
-Sana burada boş vaatler vermek istemem. Seni kandırmak istemem. Zaman ne gösterir bilmiyorum. Ama seni daha da incitmemek için elimden geleni yapacağım. Güvenmeni ya da inanmanı beklemiyorum. Seni sevmeme izin ver de, gerisi mühim değil. Aldığım nefes bir tek senin ellerinden alınca güzel.
İyice başım dönüyordu. Yüzünü yüzüme koydu. Kulağıma sevgi dolu cümleler tıkıştırıp duruyordu.
İnsan, etkilenmeden veya kapılmadan edemiyor. Duygu dediğimiz şey, ağzımıza sıçıyor.
-Kalbini aç, ben geldim.
Bu kadar saf olma. Dört odacıklı bir organdan bahsediyoruz. O kalbi sana açarsam, ölürüm. Nitekim açmadım. Ama yine de öldüm.
Sabah uyandığımda yoktu. Aradım, üçüncü çaldığında açtı. Acilen gitmesi gerekmiş. İnandım mecburen. Akşam geldi. 2 gün sonra yurt dışına gidecekmiş. Nereye gideceğini söylemedi, ben de sormadım. O gece uyurken ellerimi yine bırakmadı. Sabaha karşı bir ara uyumuşum. Gitmiş, ben uyurken. Aramadım bu sefer. O da aramadı. Bir mesaj attı sadece, mesajın sonunda bir fotoğraf vardı, ellerimi tutarken çekilmiş; "Acilen gitmem gerekiyordu. Uyandırmaya kıyamadım. Ben dönene kadar kendine iyi bak, ellerine zaten ben bakıyorum.".
Dönmedi.
Hoş, dönmesini beklemedim de zaten. Ama dediğim gibi, insan etkilenmeden edemiyor. Bazen, ellerimi hiç bırakmamış olmasını dilemiyor değilim.
12 Eylül 2013 Perşembe
10 Eylül 2013 Salı
9 Eylül 2013 Pazartesi
8 Eylül 2013 Pazar
7 Eylül 2013 Cumartesi
2 Eylül 2013 Pazartesi
Bazen bazı şeyler olmamış gibi davranmasını çok iyi beceririz. Hatta çoğunlukla. Ama bu çoğunluğun dışındaki zamanlarda bataklığın ortasına saplanıp kaldığımız gerçeğinden kaçamayız.
Yine öyle bir zamandayım. Çoğunluğun dışında bir zamanda. Kayboldum.
Demiştim kırılır dökülürüm diye, bundan birkaç yazı önce. Nitekim kırılıp dökülmeye çoktan başladım bile. Benliğimi kaybeder gibiyim.
Bazen olur size de; yorulduğunu dibine kadar hissedersin. Bedenen değil, ruhen bitikliğe ulaştığını. O kadar yorulmuşsundur ki, cam kırıkları gibi batar her yerine, en derine. Hissetmemen işten bile değildir. Hah işte, bildin mi? Tam olarak böyle bir hissiyat içindeyim. Bazı şeyler olmamış gibi davranmayı beceremiyorum. Sarhoş olunca gizleyemiyorum mesela. Üzülünce üzülmemiş gibi yapamıyorum. Kızınca kaşlarımı çatmadan edemiyorum. Korkunca, geri çekilmeden duramıyorum.
Korkuyorum. Evet, kelimenin tam anlamıyla korkuyorum. Çoğu şeyden. Ama en çok da, birine güvenmekten korkuyorum.
Aynı hikaye, farklı karakterler.
Değişmiyor senaryo.
Seviyorsun. Güveniyorsun. Üzülüyorsun. Çok üzülüyorsun. Sonrası meçhul zaten.
Birileri geliyor hayatıma. O kadar aşinayım ki bu gelmelere. Tam o sırada yorulduğum gerçeği yüzümü yumruklamaya başlıyor işte.
Kendimi en baştan birine anlatmak mı?
Bir başkasını en baştan tanımak mı?
Güven? O biraz beklesin.
Ben tüm bunları düşünürken, gelen çoktan gitmiş oluyor.
Gerçek aşk dedikleri şey de yok zaten.
Gerçek aşk varsa, tek boynuzlu at da var.
Yine öyle bir zamandayım. Çoğunluğun dışında bir zamanda. Kayboldum.
Demiştim kırılır dökülürüm diye, bundan birkaç yazı önce. Nitekim kırılıp dökülmeye çoktan başladım bile. Benliğimi kaybeder gibiyim.
Bazen olur size de; yorulduğunu dibine kadar hissedersin. Bedenen değil, ruhen bitikliğe ulaştığını. O kadar yorulmuşsundur ki, cam kırıkları gibi batar her yerine, en derine. Hissetmemen işten bile değildir. Hah işte, bildin mi? Tam olarak böyle bir hissiyat içindeyim. Bazı şeyler olmamış gibi davranmayı beceremiyorum. Sarhoş olunca gizleyemiyorum mesela. Üzülünce üzülmemiş gibi yapamıyorum. Kızınca kaşlarımı çatmadan edemiyorum. Korkunca, geri çekilmeden duramıyorum.
Korkuyorum. Evet, kelimenin tam anlamıyla korkuyorum. Çoğu şeyden. Ama en çok da, birine güvenmekten korkuyorum.
Aynı hikaye, farklı karakterler.
Değişmiyor senaryo.
Seviyorsun. Güveniyorsun. Üzülüyorsun. Çok üzülüyorsun. Sonrası meçhul zaten.
Birileri geliyor hayatıma. O kadar aşinayım ki bu gelmelere. Tam o sırada yorulduğum gerçeği yüzümü yumruklamaya başlıyor işte.
Kendimi en baştan birine anlatmak mı?
Bir başkasını en baştan tanımak mı?
Güven? O biraz beklesin.
Ben tüm bunları düşünürken, gelen çoktan gitmiş oluyor.
Gerçek aşk dedikleri şey de yok zaten.
Gerçek aşk varsa, tek boynuzlu at da var.
15 Ağustos 2013 Perşembe
Ödüm kopuyor aşık olurum diye.
Alıştım bu kendime. Alıştım "öylesine"liğe. Alıştım duygusuz sevişmelere. Bu alışmışlığın yerle bir oluşunu görmek istemiyorum. Tekrar kırılıp dökülmek istemiyorum. Kendimi biliyorum. Kapılırım. Tutamam kendimi yine. Atlarım ortaya saf gibi. Olan yine bana olur.
Her tarafım acıya bulanacak.
İstemiyorum.
Deli gibi korkuyorum.
12 Ağustos 2013 Pazartesi
"..."
Öyle oluyor ki bazen düşüncelere dalarken kendimi fincanın içinde yüzerken buluyorum.
Bakıyorum, boğulmak üzereyim kahvenin içinde. Sıcak kahve yakıyor derimi.
Bağırıyorum ama duymuyor kimse. Yoklar çünkü. Bir sürü kişiler, ama yoklar hiçbir zaman.
Kızıyorum sonra.
"İroniye bak. Hepinizin canı cehenneme!" diyip bardağın dibine dalıyorum.
Bir bakıyorum, oturuyorum en dipte.
Kahve mi soğuyor, ben mi hissizleşiyorum anlamıyorum. Ama artık sıcaklık beni yakmıyor.
Bir müzik açıyorum aklımda. Fonda o çalıyor ben yine düşünmeye devam ediyorum.
Bazen de ne düşündüğümü unutup, düşündüğüm şeyi düşünmeye çalışıyorum.
"Ömrümüz düşünmekle geçiyor."
"Asalak gibiyiz.".
Birilerini sevmeye çalışıyoruz.
İçimizde bir boşluk olduğunu iddia edip o boşluğu bizden daha üstün olmayan hatta bazen standartların çok da altında insanlarla dolduruyoruz.
Bizde olmayıp onda olanları gözümüzde evren kadar sonsuzlaştırıp onu bulunmaz hint kumaşı yapıyoruz.
İlk başta az seviyoruz. Sonra zaman geçtikçe alışıyoruz ona. Ve bu alışkanlık hissini aşkla ve bağlanmakla karıştırıyoruz. Oysa en büyük hatayı burada yapıyoruz.
Ve insan bir ağaç değil, bunu her zaman unutuyoruz. Ki ağaçlar bile sökülüp başka bir toprağa taşınabilirler bazen. Ve biz karşımızdaki insandan hep bizimle kalmasını, bize kök salmasını bekliyoruz.
Çok hata yapıyoruz.
Sonra, "İyi de bunlar senin derdin değil ki." diyorum.
"Gidiyorum ben. Birkaç haftaya başka fincanların dibinde oturup düşüneceğim kara kara."
Gitmek, diyorduk. Gitmek, bir o kadar isteyip bir o kadar muallakta bıraktıran eylem. Gerçekleştikten sonra ne olacağı konusundaki belirsizlik; insanı düşünsel intihara sürükleyecek cinsten. Ya da en azından beni.
"Bazen gereğinden fazla içselleştiriyorsun." diyorum.
Kendimle konuşuyorum.
"Delirdim mi acaba?"
Bir kitaba başlamak istiyorum. Kitap 12 gündür masada duruyor, aynı yerinde. Kitabı her gördüğümde içimde kendime ihanet ediyormuşum hissiyle karışık bir vicdan azabı baş gösteriyor. Kafatasımın içinden bir şey bağırıyor, "Senden bir bok olmaz."
"Kapa çeneni!"
Kapıyor çenesini ama gitmiyor oradan. O hep orada, biliyorum. Ne zaman geldi, neden geldi hiçbir fikrim yok ama bir tümör gibi, bana sürekli acı çektiriyor.
Belki de düşüncelerimin tümörüdür.
Bilmiyorum.
"Ah yine söyledin o altın kelimeyi! Bok vardı."
Bir takım kazanıyor maçı. Sokaktan bağırtılar geliyor.
"Bugün bu kaçıncı kahven?"
Tam "Midene..." diyorum, mideme ağrı giriyor, gastritim tutuyor.
"Psikolojik."
Psikolojik mi sahi? Hani algı malgı diyoruz, insan kafasında kurduğu kadar mı yani. Buna inanasım gelmiyor pek. Kalıpların dışına taşabiliriz oysa.
"Gel kalıpları aşalım." diyorum. Kendime el uzatıyorum. İyice kafayı yedim.
Kalkıyorum fincanın dibinden. Bir bakıyorum kahve çoktan bitmiş.
Midem de kamp ateşi yakmışlar sanki.
"Daha kötü olmadan şu ilacı içeyim."
Aynada kendime bakıyorum. Saate bakıyorum. Kendime bakıyorum.
"Zaman çabuk geçiyor."
Aşık olasım geliyor bazen de.
Bazı adamlarla tanışıyorum. Kimi şiir gibi, kimi roman, kimi serdar ortaç şarkısı.
"Ne gerek var. Aşık olmak istiyorsan pek tabii bir kitaba da aşık olabilirsin durum böyleyse. Kitaplığında onlarca roman, şiir var. Ne gerek böyle adamlara. Hem sen daha masanın üstünde duran kitaba başlamadın. Bir adamı okumaya nasıl başlayacaksın." diyorum. Kendimle konuşmaya devam ediyorum. Delirdiğimi tescilliyorum.
"Biri var ama. Ona gideceğim. Belki aşık olmam ama o farklı, herkesten farklı hemde."
Yine algı ve duygu dünyamın beni yanıltmasına göz yumuyorum.
Midem hala yanıyor.
Müziğin en can alıcı noktasında, düşünmenin en dibinde, biri dokunuyor omzuma. Vakit gelmiş, öyle diyor. Kalıpları aşacakmışız. Hava değişikliği olsun diye gidiyorum ama, benden bir bok olmaz.
Bakıyorum, boğulmak üzereyim kahvenin içinde. Sıcak kahve yakıyor derimi.
Bağırıyorum ama duymuyor kimse. Yoklar çünkü. Bir sürü kişiler, ama yoklar hiçbir zaman.
Kızıyorum sonra.
"İroniye bak. Hepinizin canı cehenneme!" diyip bardağın dibine dalıyorum.
Bir bakıyorum, oturuyorum en dipte.
Kahve mi soğuyor, ben mi hissizleşiyorum anlamıyorum. Ama artık sıcaklık beni yakmıyor.
Bir müzik açıyorum aklımda. Fonda o çalıyor ben yine düşünmeye devam ediyorum.
Bazen de ne düşündüğümü unutup, düşündüğüm şeyi düşünmeye çalışıyorum.
"Ömrümüz düşünmekle geçiyor."
"Asalak gibiyiz.".
Birilerini sevmeye çalışıyoruz.
İçimizde bir boşluk olduğunu iddia edip o boşluğu bizden daha üstün olmayan hatta bazen standartların çok da altında insanlarla dolduruyoruz.
Bizde olmayıp onda olanları gözümüzde evren kadar sonsuzlaştırıp onu bulunmaz hint kumaşı yapıyoruz.
İlk başta az seviyoruz. Sonra zaman geçtikçe alışıyoruz ona. Ve bu alışkanlık hissini aşkla ve bağlanmakla karıştırıyoruz. Oysa en büyük hatayı burada yapıyoruz.
Ve insan bir ağaç değil, bunu her zaman unutuyoruz. Ki ağaçlar bile sökülüp başka bir toprağa taşınabilirler bazen. Ve biz karşımızdaki insandan hep bizimle kalmasını, bize kök salmasını bekliyoruz.
Çok hata yapıyoruz.
Sonra, "İyi de bunlar senin derdin değil ki." diyorum.
"Gidiyorum ben. Birkaç haftaya başka fincanların dibinde oturup düşüneceğim kara kara."
Gitmek, diyorduk. Gitmek, bir o kadar isteyip bir o kadar muallakta bıraktıran eylem. Gerçekleştikten sonra ne olacağı konusundaki belirsizlik; insanı düşünsel intihara sürükleyecek cinsten. Ya da en azından beni.
"Bazen gereğinden fazla içselleştiriyorsun." diyorum.
Kendimle konuşuyorum.
"Delirdim mi acaba?"
Bir kitaba başlamak istiyorum. Kitap 12 gündür masada duruyor, aynı yerinde. Kitabı her gördüğümde içimde kendime ihanet ediyormuşum hissiyle karışık bir vicdan azabı baş gösteriyor. Kafatasımın içinden bir şey bağırıyor, "Senden bir bok olmaz."
"Kapa çeneni!"
Kapıyor çenesini ama gitmiyor oradan. O hep orada, biliyorum. Ne zaman geldi, neden geldi hiçbir fikrim yok ama bir tümör gibi, bana sürekli acı çektiriyor.
Belki de düşüncelerimin tümörüdür.
Bilmiyorum.
"Ah yine söyledin o altın kelimeyi! Bok vardı."
Bir takım kazanıyor maçı. Sokaktan bağırtılar geliyor.
"Bugün bu kaçıncı kahven?"
Tam "Midene..." diyorum, mideme ağrı giriyor, gastritim tutuyor.
"Psikolojik."
Psikolojik mi sahi? Hani algı malgı diyoruz, insan kafasında kurduğu kadar mı yani. Buna inanasım gelmiyor pek. Kalıpların dışına taşabiliriz oysa.
"Gel kalıpları aşalım." diyorum. Kendime el uzatıyorum. İyice kafayı yedim.
Kalkıyorum fincanın dibinden. Bir bakıyorum kahve çoktan bitmiş.
Midem de kamp ateşi yakmışlar sanki.
"Daha kötü olmadan şu ilacı içeyim."
Aynada kendime bakıyorum. Saate bakıyorum. Kendime bakıyorum.
"Zaman çabuk geçiyor."
Aşık olasım geliyor bazen de.
Bazı adamlarla tanışıyorum. Kimi şiir gibi, kimi roman, kimi serdar ortaç şarkısı.
"Ne gerek var. Aşık olmak istiyorsan pek tabii bir kitaba da aşık olabilirsin durum böyleyse. Kitaplığında onlarca roman, şiir var. Ne gerek böyle adamlara. Hem sen daha masanın üstünde duran kitaba başlamadın. Bir adamı okumaya nasıl başlayacaksın." diyorum. Kendimle konuşmaya devam ediyorum. Delirdiğimi tescilliyorum.
"Biri var ama. Ona gideceğim. Belki aşık olmam ama o farklı, herkesten farklı hemde."
Yine algı ve duygu dünyamın beni yanıltmasına göz yumuyorum.
Midem hala yanıyor.
Müziğin en can alıcı noktasında, düşünmenin en dibinde, biri dokunuyor omzuma. Vakit gelmiş, öyle diyor. Kalıpları aşacakmışız. Hava değişikliği olsun diye gidiyorum ama, benden bir bok olmaz.
27 Temmuz 2013 Cumartesi
22 Temmuz 2013 Pazartesi
*
Her insanın bir hikayesi vardır ama her insanın şiiri yoktur. Seninse bir şiirin var(dı), içine sıçtığın. Şanslıydın. Şanslı bir boktun evet. Şimdi gelsen de bir, gelmesen de bir.
Son sigarasını da tersten yakmıştı. Dalgalar dizlerine kadar çıkıyordu. Olabildiğince kuvvetiyle sigarayı fırlattı denize. Sonra bekledi öylece. Zifiri karanlığa kitledi gözlerini. Sadece nefes alıyordu. Birden denize bıraktı kendini, sırt üstü. Dalgalarla bir ileri, bir geri gidip gelirken yıldızları izledi. İçinden neler geçirdiğini içi bile bilmiyordu. O kadar çok içmişti ki belki denizde dalga bile yoktu, yalnızca kafası dalgalanıyordu. Düşünmeyi düşünüyordu. Daha yarım saat öncesinde vücudunda dolaşan elleri düşünüyordu. Ölmek istedi bir an. Ölmeyi düşündü. Kaybedeceklerini düşündü sonra. Kaybedecek neyi vardı sahi? Bilmiyorlardı şu an onun nerede, nasıl olduğunu. Ne önemi vardı, ölse şimdi, şurada? Klasik şeyler, törenler falan filan. Biraz ağlarlar, geçer. Herkes gibi unutulur. Geriye fotoğraflar kalır. Tüm bunları ve daha da fazlasını geçirirken zihninden, bıraktı kendini denizin karanlık odalarına. "Artık tamamiyle özgürüm." diye düşündü, son kez.
20 Temmuz 2013 Cumartesi
Öldürmek Üzerine Birkaç Not
Berberim. Herkesin başına gelebilir bu, herkes berber olabilir. Benim iyi bir berber olduğum da söylenebilir. Herkesin saplantısı başkadır. Ben sivilcelerden hoşlanmam örneğin.
Şöyle oldu: Onu güzelce tıraş etmeye başladım. Yüzünü ustaca sabunladım, sonra usturayı biledim meşin kayış üstünde, elimin içine sürüp yumuşattım. Ben iyi bir berberim. Bugüne kadar kimsenin derisini yüzmemişimdir. Ayrıca bu herifin sakalı pek gür değildi zaten. Ama... sivilceleri vardı. Evet pek bir özellikleri yoktu bu irin tepeciklerinin. Yalnızca beni sinirlendirip rahatsız ediyorlardı. Kanım tepeme çıkıyordu onlara baktıkça.
Birinciyi fazla hasar vermeden hallettim.
İkinci... kanadı.
Sonra bana ne oldu bilmiyorum ama doğaldır. Yarayı büyüttüm ve tedavi edemeyeceğimi anlayınca kendimi tutamayıp kafasını kestim bir vuruşta.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
Sütlü kahvesini küçük bir kaşıkla karıştırmaya başladı. Sıvı, alüminyum aletin bu şiddetli müdahalesiyle fincandan taştı. Fincan bayağıydı, kahvehane ikinci sınıftı, kaşığın üstünde geçmiş günlerin pası vardı. Metalin cam üstünde çıkardığı ses duyuluyordu. Şıngır mıngır, şıngır mıngır. Sütlü kahve, ortasında girdap gibi bir delikle ha babam dönüyordu.
Karşısında oturuyordum. Kahvehane doluydu. Adam durmadan karıştırıyordu. Dingin, gülümseyip bana bakarak. İçimde bir şey kalktı. Ona öyle bir bakmış olmalıyım ki, açıklama yapmaya zorunlu hissetti kendini.
"Bir türlü erimedi şeker."
Bunu kanıtlamak için kaşığı bir iki kere fincanın dibine vurdu. Sonra daha büyük bir güçle kahvesini karıştırmaya koyuldu yine. Karıştır babam karıştır. Durmaksızın, dinlenmeden! Camın üstünde kaşık sesi. Şıngır mıngır, şıngır mıngır, durmadan, sürekli, sonsuza dek. Dön Allah dön. Gülümseyerek bana bakıyordu. Sonra tabancamı çıkarıp ateş ettim.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bıçağı aşağıdan yukarıya, bir mandayı deler gibi soktum.
Sevişirken boş gözlerle tavana bakıyordu çünkü.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Beni kimselerin görmediğinden emin olduğum için öldürdüm onu.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hiç can sıkıcı, yapışkan, durmadan ısrar eden bir piyango biletçisini öldürme isteği duymadınız mı? Herkes adına yaptım.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
"Biraz daha almaz mıydın?"
Hayır diyemedim ama pilavı da hiç sevmem.
"Biraz daha almazsan pilavımı sevmedin demektir."
Bu insanlardan oldum bittim rahatsız olurdum. Onlardan bir şey istemeye gitmiştim. Hemen her şey yolundaydı ama... O pilav.
"Biraz daha?"
"Bir lokmacık daha?"
Gırtlağıma kadar doymuştum. Kusacağımı hissettim. Yapmaktan başka çarem kalmadı. Zavallı kadın, gözleri açık gitti sonsuzluğa.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kadifeye dokunamam. Alerjim var kadifeye. Adı geçse tüylerim diken diken olur. Bu konu nereden açıldı bilmiyorum. O kibirli herif için en önemli şey kendi keyfiydi. Neresinden çıkardı bilmiyorum ama el kadar bir parça kadifeyi yanaklarıma, boynuma, burnuma sürmeye başladı.
Yaptığı son şey bu oldu.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Şöyle oldu: Onu güzelce tıraş etmeye başladım. Yüzünü ustaca sabunladım, sonra usturayı biledim meşin kayış üstünde, elimin içine sürüp yumuşattım. Ben iyi bir berberim. Bugüne kadar kimsenin derisini yüzmemişimdir. Ayrıca bu herifin sakalı pek gür değildi zaten. Ama... sivilceleri vardı. Evet pek bir özellikleri yoktu bu irin tepeciklerinin. Yalnızca beni sinirlendirip rahatsız ediyorlardı. Kanım tepeme çıkıyordu onlara baktıkça.
Birinciyi fazla hasar vermeden hallettim.
İkinci... kanadı.
Sonra bana ne oldu bilmiyorum ama doğaldır. Yarayı büyüttüm ve tedavi edemeyeceğimi anlayınca kendimi tutamayıp kafasını kestim bir vuruşta.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
Sütlü kahvesini küçük bir kaşıkla karıştırmaya başladı. Sıvı, alüminyum aletin bu şiddetli müdahalesiyle fincandan taştı. Fincan bayağıydı, kahvehane ikinci sınıftı, kaşığın üstünde geçmiş günlerin pası vardı. Metalin cam üstünde çıkardığı ses duyuluyordu. Şıngır mıngır, şıngır mıngır. Sütlü kahve, ortasında girdap gibi bir delikle ha babam dönüyordu.
Karşısında oturuyordum. Kahvehane doluydu. Adam durmadan karıştırıyordu. Dingin, gülümseyip bana bakarak. İçimde bir şey kalktı. Ona öyle bir bakmış olmalıyım ki, açıklama yapmaya zorunlu hissetti kendini.
"Bir türlü erimedi şeker."
Bunu kanıtlamak için kaşığı bir iki kere fincanın dibine vurdu. Sonra daha büyük bir güçle kahvesini karıştırmaya koyuldu yine. Karıştır babam karıştır. Durmaksızın, dinlenmeden! Camın üstünde kaşık sesi. Şıngır mıngır, şıngır mıngır, durmadan, sürekli, sonsuza dek. Dön Allah dön. Gülümseyerek bana bakıyordu. Sonra tabancamı çıkarıp ateş ettim.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bıçağı aşağıdan yukarıya, bir mandayı deler gibi soktum.
Sevişirken boş gözlerle tavana bakıyordu çünkü.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Beni kimselerin görmediğinden emin olduğum için öldürdüm onu.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hiç can sıkıcı, yapışkan, durmadan ısrar eden bir piyango biletçisini öldürme isteği duymadınız mı? Herkes adına yaptım.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
"Biraz daha almaz mıydın?"
Hayır diyemedim ama pilavı da hiç sevmem.
"Biraz daha almazsan pilavımı sevmedin demektir."
Bu insanlardan oldum bittim rahatsız olurdum. Onlardan bir şey istemeye gitmiştim. Hemen her şey yolundaydı ama... O pilav.
"Biraz daha?"
"Bir lokmacık daha?"
Gırtlağıma kadar doymuştum. Kusacağımı hissettim. Yapmaktan başka çarem kalmadı. Zavallı kadın, gözleri açık gitti sonsuzluğa.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kadifeye dokunamam. Alerjim var kadifeye. Adı geçse tüylerim diken diken olur. Bu konu nereden açıldı bilmiyorum. O kibirli herif için en önemli şey kendi keyfiydi. Neresinden çıkardı bilmiyorum ama el kadar bir parça kadifeyi yanaklarıma, boynuma, burnuma sürmeye başladı.
Yaptığı son şey bu oldu.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Susmayı önce hangimiz başlattı, hatırlamıyorum. Ama, sustuk işte. Şahsen ben güzel susarım. O da fena susmuyor. Oysa söylenecek epey şey var. Yani, “Artık konuşulacak bir şeyimiz kalmadı.“ zamanımızda değiliz. Ama, ben sözcüklerimi tamire verdim. İçleri boşalmış, anlamları kırılmış, üzerlerine frekans kirliliğinin isi sinmiş. Öylesine, boş boş uçuşuyorlar havada. İçlerinden birkaç tanesini yakalayıp ona söylesem… "Saatlerimiz şu anda on altı kırk ikiyi gösteriyor, dışarıda kırk ikindi yağmurları yağıyor. Ve, ve ben sizi çok seviyorum…" İnsan, çok değil, bir tanecik sevgi sözcüğü söylemeye kalksa, salak bir program sunucusunun frekansına giriyor.
Bir felçliyi kucaklıyorum sanki sana sarılırken. Baktığımdaysa sanki hep bir gün batımısın. Dudakların bir mermer kadar soğuk. Beni sevdiğini söylüyorsun. Beni kandırıyorsun. Gerçekçi olduğundan değil, buna inanmak istediğimden kandırabiliyorsun beni. Ama kendini kandıramıyorsun. Vücudun seni ele veriyor.-demişti. Sanırım hayatımdaki en romantik ayrılıktı.
17 Temmuz 2013 Çarşamba
Uykum kaçtığında elini kafasının içine daldırır, içinden birkaç kırmızı ninni çıkarırdı.
Kanında gezen kopkoyu kahveyle beraber demlenmiş, şarkılarla bezenmiş o güzel masalları dinlemeden uyuyamazdım.
Uykusuzluğun böylesine alıştığımda hasbelkader içine düştüğüm tüm rüyalarda onu arayacağımdan bihaber, koca bir takvimin yapraklarını her gece birer ikişer yırtıp pencereden aşağı bırakırdım.
Takvim bitti. Günler tükendi. Kahve yok. Ninni yok.
Geceler ise sadece Güneş’in izne çıktığı karanlık gündüzler silsilesi artık.
Kanında gezen kopkoyu kahveyle beraber demlenmiş, şarkılarla bezenmiş o güzel masalları dinlemeden uyuyamazdım.
Uykusuzluğun böylesine alıştığımda hasbelkader içine düştüğüm tüm rüyalarda onu arayacağımdan bihaber, koca bir takvimin yapraklarını her gece birer ikişer yırtıp pencereden aşağı bırakırdım.
Takvim bitti. Günler tükendi. Kahve yok. Ninni yok.
Geceler ise sadece Güneş’in izne çıktığı karanlık gündüzler silsilesi artık.
9 Temmuz 2013 Salı
Geçen gün yine kafam olmuş bi' ton. Aklımı dağa kaldırmışım. Olabildiğince hızlı kaçıyorum gerçeklerden.
Biri yaklaşmaya çalışıyor. Birileri bazen de. Dokunmuyorum.
Bir adım atıyor o, ben iki adım geri gidiyorum. Diyorum ki kendime, "Korkuyorum."
-Ama neden?
-Bilmiyorum. Başım dönüyor.
-Gel otur şöyle. İyi olunca gidersin.
-Kalamam. Kaçmam gerek. Bulacaklar beni. Zayıf yanıma dokunacaklar. Kalbime tecavüz edecekler. Koşmam gerek, en uzağa. Onlardan gitmem gerek.
-İnsanlar her yerde. Bugün ondan kaçarsan, yarın diğeri gelecek. Hep kaçamazsın.
-Gardımı indiremem. Önceliklerim var. Sorumluluklarım. İzin veremem kalbime dokunmasına. Yol bitene kadar, kaçacağım.
Bir şey oluyor sonra bazen. Uykumu kaçırıyor. Bu aralar çoğu şey uykumu kaçırıyor.
Bir şeyler oluyor, aklımda, tam kafamın içinde.
Yazmak istiyorum, olmuyor. "Konuşayım en azından." diyorum, dilim lâl olmuş. Bülbülmüşüm, dut yemişim.
Yapamıyorum.
Kalkıp bir sigara yakıyorum, kahve koyuyorum bir fincan. İçerken yine düşünüyorum. Düşündükçe, ve içtikçe, her şey saçma gelmeye başlıyor. Her şey, saçma. Ya da onun da dediği gibi, "Her şey karmaşık.".
Bazen bu karmaşadan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. Tam bu zamanlarda kaçmaya başlıyorum işte.
Bir martı olduğumu düşlüyorum: Bulutların arasında, tüm gerçeklikten uzak bir martı.
Bir martıyım. Ve kimsenin bana dokunamayacağı kadar yüksekte uçuyorum.
Biri yaklaşmaya çalışıyor. Birileri bazen de. Dokunmuyorum.
Bir adım atıyor o, ben iki adım geri gidiyorum. Diyorum ki kendime, "Korkuyorum."
-Ama neden?
-Bilmiyorum. Başım dönüyor.
-Gel otur şöyle. İyi olunca gidersin.
-Kalamam. Kaçmam gerek. Bulacaklar beni. Zayıf yanıma dokunacaklar. Kalbime tecavüz edecekler. Koşmam gerek, en uzağa. Onlardan gitmem gerek.
-İnsanlar her yerde. Bugün ondan kaçarsan, yarın diğeri gelecek. Hep kaçamazsın.
-Gardımı indiremem. Önceliklerim var. Sorumluluklarım. İzin veremem kalbime dokunmasına. Yol bitene kadar, kaçacağım.
Bir şey oluyor sonra bazen. Uykumu kaçırıyor. Bu aralar çoğu şey uykumu kaçırıyor.
Bir şeyler oluyor, aklımda, tam kafamın içinde.
Yazmak istiyorum, olmuyor. "Konuşayım en azından." diyorum, dilim lâl olmuş. Bülbülmüşüm, dut yemişim.
Yapamıyorum.
Kalkıp bir sigara yakıyorum, kahve koyuyorum bir fincan. İçerken yine düşünüyorum. Düşündükçe, ve içtikçe, her şey saçma gelmeye başlıyor. Her şey, saçma. Ya da onun da dediği gibi, "Her şey karmaşık.".
Bazen bu karmaşadan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. Tam bu zamanlarda kaçmaya başlıyorum işte.
Bir martı olduğumu düşlüyorum: Bulutların arasında, tüm gerçeklikten uzak bir martı.
Bir martıyım. Ve kimsenin bana dokunamayacağı kadar yüksekte uçuyorum.
6 Temmuz 2013 Cumartesi
-
Yağmur damlaları camı tırmalayıp geçiyordu. Bütün gece gözüne uyku girmemişti. Cam açıktı, yağmur damlaları içeri giriyordu. Yatağı camın yanındaydı. Yüzü ıslanmıştı. Ağlamaktan biraz, biraz da yağmurdan. Öylece bakıyordu tavana. Sanki bir şeyler görüyordu orada. Ya da sanki biri ona bir şeyler anlatıyordu orada. Gözünü onaylarmış gibi kırpıyordu arada. Bazen kaşlarını kaldırıyordu bir şeye itiraz eder gibi. Ama ağzını açmıyordu. Rüzgar çıplak vücudunu yalayıp, odanın içine süzülüyordu. Tüyleri diken diken olmuştu. Rüzgardan üşümüştü belli ki. Ama yine de kıpırdamıyordu. Bir şeyler düşünüyordu, bu her halinden belli oluyordu.
Bu sefer neden yalnız yattığını düşünüyordu belki. Ondan önceki gecelerde yatağında hiç tek başına yatmamıştı. Her sabah evden çıkmadan önce jilet gibi düzelttiği kırmızı çarşafını her gece başka bir vücutla kırışıklıklara ve iniltilere boğuyordu. Ama bu sefer olmamıştı. Çarşafı hala jilet gibiydi. Belki yattığı yer biraz bozulmuştu, o kadar.
Düşünüyordu. Hayatından öylece geçip giden insanları. Çoğunun adını bile hatırlamıyordu. Bu muydu olması gereken?
Bir zamanlar insanları anlamaya çalışmaktan çok yorulduğunu söylemişti. Onları dinlemek istemediğini, onlara bir şeyleri anlatmaya çabalamak istemediğini de. Sonucun hep aynı olacağını söylerdi.
"Ben öleceğim." diyordu. Son zamanlarda sıkça tekrarlamaya başlamıştı.
Yatağın üstünde öylece yatıyordu. Gözlerini kapattı. Kurumuş dudakları sanki kurak bir toprağın yarılması gibi açıldı: "Ben öleceğim.".
Ve sonra, dudağının üstüne bir yağmur damlası düştü. Odanın içindeki rüzgar çıplak vücudunun üstünden süzülüp, camdan dışarı çıktı.
Bir gece bile yalnız geçirmediği yatağında, tek başınaydı.
Ölmüştü.
24 Haziran 2013 Pazartesi
Çok insanla konuştum. Hepsi farklı hikayeler bıraktı bende.
Bir keresinde, barda bir adamla karşılaşmıştım. "İçki ısmarlayabilir miyim?" dedi. Normalde terslerdim, ama yüzünde başka bir ifade vardı, üzgündü sanki, ve bu soruyu sorduğu için pişmandı. Sessizce onayladım. Bir bira ısmarladı. Birkaç zaman hiçbir şey demeden biralarımızı yudumlayıp oturduk öylece. Sonra o ikinci birayı söyledi ve konuşmaya başladı.
"Buraya sürekli gelen bir kız vardı. Gördüğüm ilk an çarpılmışa döndüm. Senin oturduğun yerde oturuyordu. Bir bar için fazla masumdu. Bembeyaz, pürüzsüz bir teni vardı. Yeşil büyük gözleri ve simsiyah saçları, beline kadar. Ben cesaretimi toplayana kadar gitti. Ama ikinci gün de oradaydı. Bu bir işaretti. Yanına gidip "İçki ısmarlayabilir miyim?" dedim, ama demez olaydım. Heyecandan sesim titredi, detone oldum, rezil oldum. Ama bazen de diyorum ki, iyi ki olmuş. Beni öyle duyduğunda ki gülüşünü asla unutmuyorum. Bir sürü kadın tanıdım hayatım boyunca. Ama o gülüş, eşsizdi."
Bana bunu neden anlatıyorsun, dedim. Bir an aptala döndü.
"Bazen anlatman gerekir. İçki ısmarlamamı yanlış anlama diye biraz da. O gittiğinden beri oraya oturan ilk kişisin. Bu da bir işaretti. Sana yavşamıyorum, yanlış anlama. Onu unutmam imkansız. Bu benim için bir gelenek gibi. Buraya her geldiğimizde ilk gün yaşadıklarımızı tekrarlardık, ona sayısız içki ısmarladım. Hiç sıkılmazdık. Sonra bir gün, yine burada otururken, içkisini içmedi. Ve öylece kalkıp gitti. Bazen, anlarsın. Ve sonrasında anlamamış olmayı dilersin ama çok geçtir. Bu da öyleydi. Giderken, bir daha dönmeyeceğini anlamıştım. Öyle işte. Sende git şimdi."
Sanki bana verilen bir emri yerine getirmem gerekiyormuş hissiyatına kapılarak kalktım oradan. O bara ikinci gittiğimde adam orada yoktu. Barmenle sohbet ederken sordum, nerede diye.
Ölmüş, dedi.
Ve o bara bir daha gitmedim.
Bir keresinde, barda bir adamla karşılaşmıştım. "İçki ısmarlayabilir miyim?" dedi. Normalde terslerdim, ama yüzünde başka bir ifade vardı, üzgündü sanki, ve bu soruyu sorduğu için pişmandı. Sessizce onayladım. Bir bira ısmarladı. Birkaç zaman hiçbir şey demeden biralarımızı yudumlayıp oturduk öylece. Sonra o ikinci birayı söyledi ve konuşmaya başladı.
"Buraya sürekli gelen bir kız vardı. Gördüğüm ilk an çarpılmışa döndüm. Senin oturduğun yerde oturuyordu. Bir bar için fazla masumdu. Bembeyaz, pürüzsüz bir teni vardı. Yeşil büyük gözleri ve simsiyah saçları, beline kadar. Ben cesaretimi toplayana kadar gitti. Ama ikinci gün de oradaydı. Bu bir işaretti. Yanına gidip "İçki ısmarlayabilir miyim?" dedim, ama demez olaydım. Heyecandan sesim titredi, detone oldum, rezil oldum. Ama bazen de diyorum ki, iyi ki olmuş. Beni öyle duyduğunda ki gülüşünü asla unutmuyorum. Bir sürü kadın tanıdım hayatım boyunca. Ama o gülüş, eşsizdi."
Bana bunu neden anlatıyorsun, dedim. Bir an aptala döndü.
"Bazen anlatman gerekir. İçki ısmarlamamı yanlış anlama diye biraz da. O gittiğinden beri oraya oturan ilk kişisin. Bu da bir işaretti. Sana yavşamıyorum, yanlış anlama. Onu unutmam imkansız. Bu benim için bir gelenek gibi. Buraya her geldiğimizde ilk gün yaşadıklarımızı tekrarlardık, ona sayısız içki ısmarladım. Hiç sıkılmazdık. Sonra bir gün, yine burada otururken, içkisini içmedi. Ve öylece kalkıp gitti. Bazen, anlarsın. Ve sonrasında anlamamış olmayı dilersin ama çok geçtir. Bu da öyleydi. Giderken, bir daha dönmeyeceğini anlamıştım. Öyle işte. Sende git şimdi."
Sanki bana verilen bir emri yerine getirmem gerekiyormuş hissiyatına kapılarak kalktım oradan. O bara ikinci gittiğimde adam orada yoktu. Barmenle sohbet ederken sordum, nerede diye.
Ölmüş, dedi.
Ve o bara bir daha gitmedim.
23 Haziran 2013 Pazar
"Bazı şeyleri kaldıramıyorsun değil mi?"
Bu soruyu sorduğu andan beri düşünüp duruyorum. Her saniye. Bir ses var kulağımda ve bana sürekli olarak bu soruyu soruyor. Soran adamı tanımıyorum. İlk kez konuşmuştuk. O yüzden ona zihnimde bir ses tonu verdim, sürekli soruyor. Belki o an konuştuğumuz şey üzerine sormuştu bu soruyu, ama öyle de olsa yine bu kadar derin sorgulardım. Bir şeylerin sorgulanması gerek artık. Bir şeylere cevap vermek gerek.
Bazı şeyleri kaldıramıyorum değil mi?
Bazı şeyler.
Bazı şeyler, neler?
İnsanları kaldıramıyorum mesela. İnsanların sorunlarını da kaldıramıyorum, en az onlar kadar.
Bazen müzikleri kaldıramadığım oluyor.
Çokça zaman geçmişi kaldıramıyorum.
Düşünmeyi kaldıramıyorum birde.
Ve düşündüklerimin içinden çıkamamayı da kaldıramıyorum.
İleriyi göremiyor olmayı kaldıramıyorum.
Yarı yolda bırakılmayı kaldıramıyorum.
Güvensizliğimi kaldıramıyorum.
Çok cevap var, ama kesin bir şey yok. Bunu da kaldıramıyorum.
Bu soruyu sorduğu andan beri düşünüp duruyorum. Her saniye. Bir ses var kulağımda ve bana sürekli olarak bu soruyu soruyor. Soran adamı tanımıyorum. İlk kez konuşmuştuk. O yüzden ona zihnimde bir ses tonu verdim, sürekli soruyor. Belki o an konuştuğumuz şey üzerine sormuştu bu soruyu, ama öyle de olsa yine bu kadar derin sorgulardım. Bir şeylerin sorgulanması gerek artık. Bir şeylere cevap vermek gerek.
Bazı şeyleri kaldıramıyorum değil mi?
Bazı şeyler.
Bazı şeyler, neler?
İnsanları kaldıramıyorum mesela. İnsanların sorunlarını da kaldıramıyorum, en az onlar kadar.
Bazen müzikleri kaldıramadığım oluyor.
Çokça zaman geçmişi kaldıramıyorum.
Düşünmeyi kaldıramıyorum birde.
Ve düşündüklerimin içinden çıkamamayı da kaldıramıyorum.
İleriyi göremiyor olmayı kaldıramıyorum.
Yarı yolda bırakılmayı kaldıramıyorum.
Güvensizliğimi kaldıramıyorum.
Çok cevap var, ama kesin bir şey yok. Bunu da kaldıramıyorum.
19 Haziran 2013 Çarşamba
YORULMUŞSAM DEMEK Kİ
Bazen ciddi anlamda yorulduğumu hissediyorum. Çabalarımın boşa olduğunu gördüğüm anlarda ise kafamı duvardan duvara vurasım geliyor.
Birileri geliyor ve gidiyorlar öylece hayatımdan. Artık kontrol edemiyorum. "Bıraktım akışına" diyorum, ama akmıyor.
Bir şeyler olsun istiyorum, iyi şeyler. Ama onlar da olmuyor.
Sıkılıyorum çoğunlukla. Bir kitapta okumuştum, "Evet sıkılıyoruz, belki de limondan daha çok." Sanırım tüm narenciyelerden daha fazla sıkıldığımı söyleyebilirim.
Bir yazıya başlıyorum ve yarım bırakıyorum diğerleri gibi.
Acaba benim yarım kalmalarım, yazılarımın karmasından mı kaynaklanıyor?
Ben böyle yarım kalmayı nereden öğrendim?
Hayal bile kuramıyorum artık. Fazlasıyla realistim, gereksiz bir aşırılıkla.
Kötünün kötüsünü düşünüyorum. Bir şeyler yapmak istiyorum, dile getiriyorum, dize getiremiyorum.
Unuttuklarımı hatırlamaya çalışıyorum. Resim çizmeye çalışıyorum, müzik dinlemeye çalışıyorum, çalışmaya çalışıyorum.
Rüyalarımı kaybettim. Ama yeni kabuslarım var.
Yalnızca bunaldım.
Fazlasıyla gelecek kaygısı taşıyorum.
Yalnızlıkta sınırlarımı zorluyorum ama yeni birine ihtiyacım olmadığını hissediyorum.
Hissettiğim tek şey yorgunluk. Fazlasıyla yorgunluk.
İnsanların güçlü olmaları için beynilerini sikiyorum ama ben güçlü duramıyorum.
Yıkılmıştım birkaç zaman önce. Ve birkaç zamandır dizlerimin üstünde yürüyorum, çok kanadılar ve aşındılar. Belki artık dizlerim yoktur. Bilmiyorum.
Düzlükte miyim, çukurda mı, tümsekte mi?
Önümü göremiyorum.
Gitmek istiyorum, gidemiyorum.
Sahi ne var beni buraya bağlayan? Dostlarım yok fazla, arkadaşlarsa her zaman bulunur diyorlar.
Belki annemi özlerim fazlasıyla, ama o da geçermiş 2 aya. Alışınca kolaymış oralar, öyle diyorlar. Sonra durup düşünüyorum yine, "Ya alışamazsam?"
Kurduğum cümleler de böyle bağımsız birbirlerinden, düşündüklerim gibi. Düşüncelerimi bir toplasam, hayal de kuracağım; cümlelerimi bir toplasam roman yazacağım.
Ama benden şimdilik bu kadar. Bundan bile yoruldum.
Birileri geliyor ve gidiyorlar öylece hayatımdan. Artık kontrol edemiyorum. "Bıraktım akışına" diyorum, ama akmıyor.
Bir şeyler olsun istiyorum, iyi şeyler. Ama onlar da olmuyor.
Sıkılıyorum çoğunlukla. Bir kitapta okumuştum, "Evet sıkılıyoruz, belki de limondan daha çok." Sanırım tüm narenciyelerden daha fazla sıkıldığımı söyleyebilirim.
Bir yazıya başlıyorum ve yarım bırakıyorum diğerleri gibi.
Acaba benim yarım kalmalarım, yazılarımın karmasından mı kaynaklanıyor?
Ben böyle yarım kalmayı nereden öğrendim?
Hayal bile kuramıyorum artık. Fazlasıyla realistim, gereksiz bir aşırılıkla.
Kötünün kötüsünü düşünüyorum. Bir şeyler yapmak istiyorum, dile getiriyorum, dize getiremiyorum.
Unuttuklarımı hatırlamaya çalışıyorum. Resim çizmeye çalışıyorum, müzik dinlemeye çalışıyorum, çalışmaya çalışıyorum.
Rüyalarımı kaybettim. Ama yeni kabuslarım var.
Yalnızca bunaldım.
Fazlasıyla gelecek kaygısı taşıyorum.
Yalnızlıkta sınırlarımı zorluyorum ama yeni birine ihtiyacım olmadığını hissediyorum.
Hissettiğim tek şey yorgunluk. Fazlasıyla yorgunluk.
İnsanların güçlü olmaları için beynilerini sikiyorum ama ben güçlü duramıyorum.
Yıkılmıştım birkaç zaman önce. Ve birkaç zamandır dizlerimin üstünde yürüyorum, çok kanadılar ve aşındılar. Belki artık dizlerim yoktur. Bilmiyorum.
Düzlükte miyim, çukurda mı, tümsekte mi?
Önümü göremiyorum.
Gitmek istiyorum, gidemiyorum.
Sahi ne var beni buraya bağlayan? Dostlarım yok fazla, arkadaşlarsa her zaman bulunur diyorlar.
Belki annemi özlerim fazlasıyla, ama o da geçermiş 2 aya. Alışınca kolaymış oralar, öyle diyorlar. Sonra durup düşünüyorum yine, "Ya alışamazsam?"
Kurduğum cümleler de böyle bağımsız birbirlerinden, düşündüklerim gibi. Düşüncelerimi bir toplasam, hayal de kuracağım; cümlelerimi bir toplasam roman yazacağım.
Ama benden şimdilik bu kadar. Bundan bile yoruldum.
12 Haziran 2013 Çarşamba
01.06
Hayatımda öyle bir acı yaşamamıştım. Ölümü koklamak gibiydi. Ki ben, her şeyden nem kapan, "bana dokunamayan yılan bin yaşasın" tarzı bir insanım; o gün orada ölümü gördüm.
Konsere gidecektik, yolun yarısında konserin daha sonraki bir tarihe ertelendiği mesajı geldi. Açıkçası konser olsa bile arkadaşlarımı ayartıp Taksim'e insanlara yardım etmeye gitmeyi planlıyordum. Nitekim gerek kalmadı ve bu durum işime geldi. Mecidiyeköy'deydim, arkadaşlarımı beklerken bir yandan Taksim'deki arkadaşlarımla konuşuyordum. Polislerin, tomaların olduğunu hazırda beklediklerini ama olumsuz bir durum olmadığını, ne olur ne olmaz yanımıza limon, maske vs almamızı söylediler. Ben diğerlerini beklerken Taksim'dekilerden mesaj geldi, "Gelmeyin!". O anın paniğini hayatımın hiçbir anında yaşamadım. Direk aradım sordum, gaz atmışlar "Yanıyoruz, sakın gelmeyin!" dedi. İki gündür zaten içim içimi yiyordu, şimdiyse arkadaşlarım orada zor durumdaydı. Sinirden gözlerim doldu, gitmeliydim onların yanına, ama hala beklediğim arkadaşlarım gelmemişti. Durakta sinirden kendi kendimi yiyordum. Yanımdaki iki adam Taksim'deki olaylardan bahsediyorlardı, "Ya ordakiler ideolojik yea bende gittim gördüm gaz yedim falan ama polis iyi yapıyo yani" derken uçan tekme atmak istedim o an ona. Ben orda arkadaşlarım Taksim'de herhangi bir zarar görebilir diye sinirden ağlamamak için kendimi zor tutuyorum, lavuk kalkmış polisler iyi yapıyor diyor. Derken, neyse ki arkadaşlarım gelebildiler. Hemen markete girip limon, süt, sirke ve yiyecek bişeyler aldık. Biz marketten çıktığımız sırada meydanda çArşı'dan gençlerin toplanıp bağırdıklarını falan gördük, onlarla gitmeye karar verdik. Üç kişi gitmektense yedi kişi gitmek daha güvenilir dedik. Üçken yedi olduk, yediyken bin olduk... Yürüdükçe büyüyorduk. Sonra Osmanbey'e ulaştık. Orada daha büyük bir kitle vardı. Bizde ki deli cesaretine bak, en öne kadar gittik. Kaldırımdaki bir mantarın üstüne çıkınca polisi çok net görebiliyorduk bile, o kadar öndeydik. Taksim'e giremedik, barikat vardı. Zaten biz oradayken Taksim'deki arkadaşlarım da kendilerini zor kurtarmış eve dönüyorlardı. İyi dedik en azından bir şey olursa buradakilere yardım ederiz. Orada dikilip insanlarla "direne direne kazanacağız" naraları atarken iki defa atraksiyon yaşadık. Polis gaz atıyor diye geri koştuk ama atmadılar. Bu olay iki kez yaşadıktan sonra, ne oldu anlamadım ama birden çığlıklar yükseldi. Ön taraftan bir gaz bulutu yükseldi, sonra art arda o gaz bombalarını fırlattıkları şeyden çıkan ateşleme sesini duydum. Sonra koştuğumu fark ettim. Koşarken yanıyordum. Nefes almak hiç o kadar yakmamıştı canımı. Gözlerimi kırpınca o kadar yanıyordu ki, kör olsam yeriydi. Mideme kadar yanıyordum. Derim yanıyordu. Gözlerimin çevresi yanıyordu. Koşuyordum, arkadaşlarımı tutuyordum bir yandan, bir yandan açamadığım gözlerimle yanımda yere düşen ve kalkamayan insanları görüyordum. Gözümü biraz açtığımda, sırtından tuttuğum arkadaşımın kafasının biraz üstünden gaz bombasının geçtiğini gördüm, ve sonra o gaz bombası ayağımın dibine düştü. Ölümdü etrafa yayılan, gaz değildi. Bir böcek gibi zehirliyorlardı bizi. Çığlıkların arasında insanların öğürmelerini duyuyordum, küfür ediyorlardı, "yardım edin!" diye bağırıyorlardı. Artık gözüm kapalı koşuyordum. Astım krizimin başlayacağını hissediyordum ama bünyeme söz geçirmeye çalışıyordum. Ağzım açık koşuyordum. Kapatsam burnumdan nefes alamıyordum. Ağzım açık, ciğerlerim cayır cayır yana yana koşuyordum. Ellerim iki arkadaşımın sırtında, onları kaybetmemek için sıkı sıkı tutuyordum. Sütü çıkardım, gözümü açamıyordum ama bir şekilde yarım da olsa görüp yüzlerine boca ettim. Sonra kendi yüzüme döktüm ama hala yanıyordum. Böyle bir acı yoktu... "Öleceğim" dedim, "şimdi burada düşüp öleceğim.". Sonrasını net hatırlamıyorum, sadece koştuk. O durumda bile insanlar koşarken birbirine çarptığında "pardon" diyorlardı. Hala gaz atıyorlardı, bir yere girdik. O an artık bünyeme söz geçiremediğimi fark ettim. Kriz başlamıştı, zaten alamadığım nefesi artık hiç alamıyordum. Arkamı döndüğümde bir adam elinde astım ilacını bana uzattı, melek gibi bir anda belirmişti. Tanımadığım bir adam, hayatımı kurtardı o gün, orada. Ciğerlerim hala yanıyordu. Gözümü açabilmiştim ama bu sefer kapattığımda yanıyordu cayır cayır. Süt döküyorduk yüzümüze, sirke kokluyorduk, süt içiyorduk zehirlenmemek adına. Hemen yanımda iki turist kız korku dolu ve ağlamaklı gözlerle bana bakıyordu. O an umursadığım tek şey ölümün bu kadar yakın oluşuydu. Korkuyordum, titriyordum, ağlamıyordum ama ağlamış kadar olmuştum. Hala yanıyordum. Teyzenin biri sığındığımız yerin kapısında yardım etmeye çalışıyordu elinde talcidli suyla. Onu öyle görünce içimden durakta söylenen adama kızdım, günlerce sosyal medya üstünden bu olaylara katılan ve direnenlere bok atanlara kızdım. Teyze talcidli suyla yüzümüzü yıkadı. Biraz daha iyiydim artık. Ama arkadaşlarımı öyle görünce tamamiyle iyi olduğumu hissedemiyordum. Biz oraya sığındığımızda gaz atmayı kesmişlerdi, çıkıp dışarı baktık. Ambulans geliyordu, demek ki yine yaralanan vardı. İnsanlar toparlanmaya çalışıyordu. Kusanı, ağlayanı, birilerine yardım edeni... Bir sürü insan vardı ama sanki bir insan vardı. Hiçbirini tanımıyordum ama sanki hep tanıyorduk birbirimizi. Benim için kesinlikle bir tramvaydı ve asla unutmayacaktım.
Diyorlar ya hala orda burda "üç beş ağaç için ne bu kadar yaygara?" diye, o insanların bizi anlamadığı gibi ben de onları hiçbir zaman anlamayacağım. Ama yine de biraz anlatayım:
Güzel kardeşim, olay zaten üç beş ağaç için değil. O kadar insan, bunca zamandır yaşanan her şeyi o kadar içine attı ki, artık o gün gezi parkındaki insanlara saldıran polis olayından sonra tutamadılar kendilerini. Evet olay en başında üç beş ağaçtı, polisin şerefsizlik yapmasına kadar. O durumdan sonra olay artık üç beş ağaçtan çıkıp, faşizme, diktatörlüğe, kapitalizme, insanların haklarının sömürülmesine, insanların orantısız güçle susturulmasına, Reyhanlı'da olanlara, ülkenin yarısından fazlasının satılmasına, medyanın insanları bunca zamandır uyutmasına, kutlanılması engellenen bayramlara, 1 Mayıs'ta olanlara, partilerin oy alabilmek adına insanlara demagoji yapmasına, farketmeye, farkettirmeye... ve daha bir sürü şeye döndü.
Sen hala uyu. Aman uyanma! Başımızda yeterince geri kafalı var zaten. Bir de sen uyanma!
Konsere gidecektik, yolun yarısında konserin daha sonraki bir tarihe ertelendiği mesajı geldi. Açıkçası konser olsa bile arkadaşlarımı ayartıp Taksim'e insanlara yardım etmeye gitmeyi planlıyordum. Nitekim gerek kalmadı ve bu durum işime geldi. Mecidiyeköy'deydim, arkadaşlarımı beklerken bir yandan Taksim'deki arkadaşlarımla konuşuyordum. Polislerin, tomaların olduğunu hazırda beklediklerini ama olumsuz bir durum olmadığını, ne olur ne olmaz yanımıza limon, maske vs almamızı söylediler. Ben diğerlerini beklerken Taksim'dekilerden mesaj geldi, "Gelmeyin!". O anın paniğini hayatımın hiçbir anında yaşamadım. Direk aradım sordum, gaz atmışlar "Yanıyoruz, sakın gelmeyin!" dedi. İki gündür zaten içim içimi yiyordu, şimdiyse arkadaşlarım orada zor durumdaydı. Sinirden gözlerim doldu, gitmeliydim onların yanına, ama hala beklediğim arkadaşlarım gelmemişti. Durakta sinirden kendi kendimi yiyordum. Yanımdaki iki adam Taksim'deki olaylardan bahsediyorlardı, "Ya ordakiler ideolojik yea bende gittim gördüm gaz yedim falan ama polis iyi yapıyo yani" derken uçan tekme atmak istedim o an ona. Ben orda arkadaşlarım Taksim'de herhangi bir zarar görebilir diye sinirden ağlamamak için kendimi zor tutuyorum, lavuk kalkmış polisler iyi yapıyor diyor. Derken, neyse ki arkadaşlarım gelebildiler. Hemen markete girip limon, süt, sirke ve yiyecek bişeyler aldık. Biz marketten çıktığımız sırada meydanda çArşı'dan gençlerin toplanıp bağırdıklarını falan gördük, onlarla gitmeye karar verdik. Üç kişi gitmektense yedi kişi gitmek daha güvenilir dedik. Üçken yedi olduk, yediyken bin olduk... Yürüdükçe büyüyorduk. Sonra Osmanbey'e ulaştık. Orada daha büyük bir kitle vardı. Bizde ki deli cesaretine bak, en öne kadar gittik. Kaldırımdaki bir mantarın üstüne çıkınca polisi çok net görebiliyorduk bile, o kadar öndeydik. Taksim'e giremedik, barikat vardı. Zaten biz oradayken Taksim'deki arkadaşlarım da kendilerini zor kurtarmış eve dönüyorlardı. İyi dedik en azından bir şey olursa buradakilere yardım ederiz. Orada dikilip insanlarla "direne direne kazanacağız" naraları atarken iki defa atraksiyon yaşadık. Polis gaz atıyor diye geri koştuk ama atmadılar. Bu olay iki kez yaşadıktan sonra, ne oldu anlamadım ama birden çığlıklar yükseldi. Ön taraftan bir gaz bulutu yükseldi, sonra art arda o gaz bombalarını fırlattıkları şeyden çıkan ateşleme sesini duydum. Sonra koştuğumu fark ettim. Koşarken yanıyordum. Nefes almak hiç o kadar yakmamıştı canımı. Gözlerimi kırpınca o kadar yanıyordu ki, kör olsam yeriydi. Mideme kadar yanıyordum. Derim yanıyordu. Gözlerimin çevresi yanıyordu. Koşuyordum, arkadaşlarımı tutuyordum bir yandan, bir yandan açamadığım gözlerimle yanımda yere düşen ve kalkamayan insanları görüyordum. Gözümü biraz açtığımda, sırtından tuttuğum arkadaşımın kafasının biraz üstünden gaz bombasının geçtiğini gördüm, ve sonra o gaz bombası ayağımın dibine düştü. Ölümdü etrafa yayılan, gaz değildi. Bir böcek gibi zehirliyorlardı bizi. Çığlıkların arasında insanların öğürmelerini duyuyordum, küfür ediyorlardı, "yardım edin!" diye bağırıyorlardı. Artık gözüm kapalı koşuyordum. Astım krizimin başlayacağını hissediyordum ama bünyeme söz geçirmeye çalışıyordum. Ağzım açık koşuyordum. Kapatsam burnumdan nefes alamıyordum. Ağzım açık, ciğerlerim cayır cayır yana yana koşuyordum. Ellerim iki arkadaşımın sırtında, onları kaybetmemek için sıkı sıkı tutuyordum. Sütü çıkardım, gözümü açamıyordum ama bir şekilde yarım da olsa görüp yüzlerine boca ettim. Sonra kendi yüzüme döktüm ama hala yanıyordum. Böyle bir acı yoktu... "Öleceğim" dedim, "şimdi burada düşüp öleceğim.". Sonrasını net hatırlamıyorum, sadece koştuk. O durumda bile insanlar koşarken birbirine çarptığında "pardon" diyorlardı. Hala gaz atıyorlardı, bir yere girdik. O an artık bünyeme söz geçiremediğimi fark ettim. Kriz başlamıştı, zaten alamadığım nefesi artık hiç alamıyordum. Arkamı döndüğümde bir adam elinde astım ilacını bana uzattı, melek gibi bir anda belirmişti. Tanımadığım bir adam, hayatımı kurtardı o gün, orada. Ciğerlerim hala yanıyordu. Gözümü açabilmiştim ama bu sefer kapattığımda yanıyordu cayır cayır. Süt döküyorduk yüzümüze, sirke kokluyorduk, süt içiyorduk zehirlenmemek adına. Hemen yanımda iki turist kız korku dolu ve ağlamaklı gözlerle bana bakıyordu. O an umursadığım tek şey ölümün bu kadar yakın oluşuydu. Korkuyordum, titriyordum, ağlamıyordum ama ağlamış kadar olmuştum. Hala yanıyordum. Teyzenin biri sığındığımız yerin kapısında yardım etmeye çalışıyordu elinde talcidli suyla. Onu öyle görünce içimden durakta söylenen adama kızdım, günlerce sosyal medya üstünden bu olaylara katılan ve direnenlere bok atanlara kızdım. Teyze talcidli suyla yüzümüzü yıkadı. Biraz daha iyiydim artık. Ama arkadaşlarımı öyle görünce tamamiyle iyi olduğumu hissedemiyordum. Biz oraya sığındığımızda gaz atmayı kesmişlerdi, çıkıp dışarı baktık. Ambulans geliyordu, demek ki yine yaralanan vardı. İnsanlar toparlanmaya çalışıyordu. Kusanı, ağlayanı, birilerine yardım edeni... Bir sürü insan vardı ama sanki bir insan vardı. Hiçbirini tanımıyordum ama sanki hep tanıyorduk birbirimizi. Benim için kesinlikle bir tramvaydı ve asla unutmayacaktım.
Diyorlar ya hala orda burda "üç beş ağaç için ne bu kadar yaygara?" diye, o insanların bizi anlamadığı gibi ben de onları hiçbir zaman anlamayacağım. Ama yine de biraz anlatayım:
Güzel kardeşim, olay zaten üç beş ağaç için değil. O kadar insan, bunca zamandır yaşanan her şeyi o kadar içine attı ki, artık o gün gezi parkındaki insanlara saldıran polis olayından sonra tutamadılar kendilerini. Evet olay en başında üç beş ağaçtı, polisin şerefsizlik yapmasına kadar. O durumdan sonra olay artık üç beş ağaçtan çıkıp, faşizme, diktatörlüğe, kapitalizme, insanların haklarının sömürülmesine, insanların orantısız güçle susturulmasına, Reyhanlı'da olanlara, ülkenin yarısından fazlasının satılmasına, medyanın insanları bunca zamandır uyutmasına, kutlanılması engellenen bayramlara, 1 Mayıs'ta olanlara, partilerin oy alabilmek adına insanlara demagoji yapmasına, farketmeye, farkettirmeye... ve daha bir sürü şeye döndü.
Sen hala uyu. Aman uyanma! Başımızda yeterince geri kafalı var zaten. Bir de sen uyanma!
27 Mayıs 2013 Pazartesi
Siz Bensiniz, Ben'sizim.
Cinayetler işliyorum kafamın içinde. Beni sinirlendiren insanlara türlü işkenceler yapıyorum.
Senaryolar yazıyorum zihnimde; kağıda döksem burada tutmazlar beni.
Kötü şeyler düşünüyorum hakkınızda.
İyiliğinizi istemiyorum.
Sevemiyorum. Sevemediğim gibi sevdirmiyorum.
Yalan söylüyorum; inanmayın bana.
Kendime de güvenmiyorum.
Öldürüyorum her maneviyatı.
İçiyorum. Kötü alışkanlığım ben.
Çocuklarınız benimle arkadaş olmamalı. Sigaraya başlatırım.
Pornoyum ben. Hunharca beceririm kulak zarlarınızı.
Ağız dolusu küfür ediyorum. Erkeklerden beterim.
Soyutum ben. Elle koklanmam, gözle duyulmam, kulakla görülmem, burunla hissedilmem.
Kinin kendisiyim ben. Bakmayın sizi seviyormuş gibi yaptığıma. Kuyu kazıyorum her gece.
Aşık oluyorum ben. Can yakıyorum. Yanıyorum.
İçiyorum. Kötü alışkanlığım ben. Beni okumamalısınız.
Kafama esince gidiyorum. Buyruğum ben. Bağlanmam.
Beklentiniz değilim ben. Beklemeyin.
Hayalciyim. Ama hırslı değilim.
Hepinizi öldürüyorum kafamda.
Henüz tanışmadıklarım için boş mezarlarım var, üzülmeyin.
Sizim ben.
Senaryolar yazıyorum zihnimde; kağıda döksem burada tutmazlar beni.
Kötü şeyler düşünüyorum hakkınızda.
İyiliğinizi istemiyorum.
Sevemiyorum. Sevemediğim gibi sevdirmiyorum.
Yalan söylüyorum; inanmayın bana.
Kendime de güvenmiyorum.
Öldürüyorum her maneviyatı.
İçiyorum. Kötü alışkanlığım ben.
Çocuklarınız benimle arkadaş olmamalı. Sigaraya başlatırım.
Pornoyum ben. Hunharca beceririm kulak zarlarınızı.
Ağız dolusu küfür ediyorum. Erkeklerden beterim.
Soyutum ben. Elle koklanmam, gözle duyulmam, kulakla görülmem, burunla hissedilmem.
Kinin kendisiyim ben. Bakmayın sizi seviyormuş gibi yaptığıma. Kuyu kazıyorum her gece.
Aşık oluyorum ben. Can yakıyorum. Yanıyorum.
İçiyorum. Kötü alışkanlığım ben. Beni okumamalısınız.
Kafama esince gidiyorum. Buyruğum ben. Bağlanmam.
Beklentiniz değilim ben. Beklemeyin.
Hayalciyim. Ama hırslı değilim.
Hepinizi öldürüyorum kafamda.
Henüz tanışmadıklarım için boş mezarlarım var, üzülmeyin.
Sizim ben.
23 Mayıs 2013 Perşembe
Başka birininmiş gibi bakıyordu ayaklarına.
"Vücudumda en sevmediğim uzvum ayaklarım.", dedi.
Oysa düzgündü ayakları, ince ve şekilliydi. Ama hep kendinde bir kusur görmek isterdi.
-Sevmedin beni hiç, dedi.
-Sarhoşsun.
-Hiç sevmedin.
-Giy hadi şu ayakkabılarını da gidelim.
-Seni mutlu edemedim, ondan gittin.
-Saçmalama da ceketini al.
-Ne kadar kalabalık.
-Kimse kalmadı, kör müsün?
-Sen çok kalabalıksın. O yüzden sevemedin beni. Karar veremediğin için.
-Saçmalıyorsun ve sarhoşsun. Ne diyeceğim ben şimdi ablana.
-Ablam burada değil. Otobüs şu duraktan kalkıyor, hatırlıyor musun seni ilk orada öpmüştüm. Çok kızmıştın. Sonra bende kendime çok kızdım.
-Hatırlıyorum. Kızmak istememiştim ama ne yapacağımı da bilememiştim.
-Neden otobüse binmedik?
-Saat gecenin 3'ü.
-Ben veririm taksinin parasını.
-Ne taksisi, eve geldik.
-Işığı açar mısın, son kez seni görmek istiyorum.
-Işık zaten açık. Ölecekmişsin gibi konuşma.
-Sen gidince bir yarım ölecek.
-...
-Eskisi gibi değilsin.
-Neden?
-Saçların sigara kokuyor. Bırakmalısın o mereti.
-Sen de alkolü bırakmalısın.
-Seni iyi hatırlamak için bu kadar içtim.
-Uyu artık.
-Midem bulanıyor, sanırım kusucam.
-Kustun zaten.
-Özür dilerim beni böyle görmeni istememiştim. Yine bencillik yaptım.
-Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Biz birbirimizi böyle de sevdik.
-Sevmedin ki...
-Yalvarırım uyu.
-Yalvarırım gitme.
-Buradayım. Yan koltukta.
-Seni görebiliyorum. Çok güzelsin. Keşke sevseydin., dedi ve uyudu.
-Seni gerçekten sevdim...
Sabah olduğunda o uyanmadan çıktım.
Ertesi gece aradı.
"Hiçbir şey söylemene gerek yok. Uzatmayacağım zaten. Sadece kendine çok iyi bak." dedi ve kapattı. Onları söylerken sesinin titreyişinden ses telleri akıp gidiyordu adeta.
Ona, onu sevdiğimi söylemek istedim ama hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüp vazgeçtim.
Ben hep vazgeçerdim.
Güçsüzdüm, duygular karşısında.
Birine bağlanmaya cesaretim yoktu.
Üzülmeyelim istedim.
Ama yine üzüldük.
Gerçi, zamanla geçer derler.
Zamanla...
"Vücudumda en sevmediğim uzvum ayaklarım.", dedi.
Oysa düzgündü ayakları, ince ve şekilliydi. Ama hep kendinde bir kusur görmek isterdi.
-Sevmedin beni hiç, dedi.
-Sarhoşsun.
-Hiç sevmedin.
-Giy hadi şu ayakkabılarını da gidelim.
-Seni mutlu edemedim, ondan gittin.
-Saçmalama da ceketini al.
-Ne kadar kalabalık.
-Kimse kalmadı, kör müsün?
-Sen çok kalabalıksın. O yüzden sevemedin beni. Karar veremediğin için.
-Saçmalıyorsun ve sarhoşsun. Ne diyeceğim ben şimdi ablana.
-Ablam burada değil. Otobüs şu duraktan kalkıyor, hatırlıyor musun seni ilk orada öpmüştüm. Çok kızmıştın. Sonra bende kendime çok kızdım.
-Hatırlıyorum. Kızmak istememiştim ama ne yapacağımı da bilememiştim.
-Neden otobüse binmedik?
-Saat gecenin 3'ü.
-Ben veririm taksinin parasını.
-Ne taksisi, eve geldik.
-Işığı açar mısın, son kez seni görmek istiyorum.
-Işık zaten açık. Ölecekmişsin gibi konuşma.
-Sen gidince bir yarım ölecek.
-...
-Eskisi gibi değilsin.
-Neden?
-Saçların sigara kokuyor. Bırakmalısın o mereti.
-Sen de alkolü bırakmalısın.
-Seni iyi hatırlamak için bu kadar içtim.
-Uyu artık.
-Midem bulanıyor, sanırım kusucam.
-Kustun zaten.
-Özür dilerim beni böyle görmeni istememiştim. Yine bencillik yaptım.
-Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Biz birbirimizi böyle de sevdik.
-Sevmedin ki...
-Yalvarırım uyu.
-Yalvarırım gitme.
-Buradayım. Yan koltukta.
-Seni görebiliyorum. Çok güzelsin. Keşke sevseydin., dedi ve uyudu.
-Seni gerçekten sevdim...
Sabah olduğunda o uyanmadan çıktım.
Ertesi gece aradı.
"Hiçbir şey söylemene gerek yok. Uzatmayacağım zaten. Sadece kendine çok iyi bak." dedi ve kapattı. Onları söylerken sesinin titreyişinden ses telleri akıp gidiyordu adeta.
Ona, onu sevdiğimi söylemek istedim ama hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüp vazgeçtim.
Ben hep vazgeçerdim.
Güçsüzdüm, duygular karşısında.
Birine bağlanmaya cesaretim yoktu.
Üzülmeyelim istedim.
Ama yine üzüldük.
Gerçi, zamanla geçer derler.
Zamanla...
14 Mayıs 2013 Salı
''Sarı elbisemi mi giysem yoksa pembeyi mi yok yok kırmızı bluzumla beyaz pantolon en iyisi ama bunlar da çok klişe en iyisi siyah dar elbiseyi giymek ama bu da çok iddialı olmaz mı ? İlk günden korkutmamak lazım. O zaman kot pantolonumla siyah bluzumu giyeyim altına da bez ayakkabılarımı, hem şık hem sade. Saçlarımı da düzleştirdim mi tamamdır.''
Bu heyecanla kalkmıştım o gün yataktan. Tüm telaşımla hazırlanıp sözleştiğimiz yere 5 dakika kala gitmiştim. ''Makyajım bozulmuş muydu acaba? Bu bez ayakkabıları da nerden giydim çok kötü duruyorlar...''
Bunlar aklımdan geçerken karşıdan beni izlediğini fark ettim. Masaya hızlı adımlarla gittim.
"Telaşlanacak ne vardı diğerleri gibiydi işte. Hoş, diğerlerine haksızlık olurdu bu daha da yakışıklıydı ''.
Konuşma faslına geçtiğimizde gözlerimin en iç noktasındaydı gözleri, etkilenmiştim doğrusu. Nazik tavırları, muzip ama yerinde gülümsemeleri dikkatimi çekmeye başladı. Kendinden emin tavrı sinirimi bozsada başımı döndürmüştü. Üzerime titrer gibi bir hali vardı. Elleri erkek eline göre çok bakımlıydı. Parfümü hiç de fena değilmiş aslında, günün başında bayat bir koku olduğunu düşünmüştüm oysa.
Etkilemek için yaptığı her manevra başarılı çıkmıştı gün boyunca.
Gecenin sonunda kurbağa, prense dönüşmüştü. Nerden bilebilirdim prensesin öpücüğüyle prense dönüşen kurbağanın, masalın sonunda prensesi kurbağaya çevireceğini.
Günler geçtikçe heyecanlar çoğalmıştı, paylaşımlar birbirini kovalıyordu. Her günün sonunda aşık kalan elde ben... Kendimi tanıyamaz olmuştum. Daha doğrusu ondan sonra kendime hiç rastlamadım. Ona gittiğim yolda ilk önce saygıya rastladım, arka sokakta şehveti gördüm, köşeyi döndüğümde sevgi bana bakıyordu; yolun sonunda ise aşk beni bekliyordu her seferinde.
Yatağının çarşafında kadınlığımın kokusunu aldım ilk defa.
Bakışlarında kış ayında yazı yaşadım.
Bu heyecanla kalkmıştım o gün yataktan. Tüm telaşımla hazırlanıp sözleştiğimiz yere 5 dakika kala gitmiştim. ''Makyajım bozulmuş muydu acaba? Bu bez ayakkabıları da nerden giydim çok kötü duruyorlar...''
Bunlar aklımdan geçerken karşıdan beni izlediğini fark ettim. Masaya hızlı adımlarla gittim.
"Telaşlanacak ne vardı diğerleri gibiydi işte. Hoş, diğerlerine haksızlık olurdu bu daha da yakışıklıydı ''.
Konuşma faslına geçtiğimizde gözlerimin en iç noktasındaydı gözleri, etkilenmiştim doğrusu. Nazik tavırları, muzip ama yerinde gülümsemeleri dikkatimi çekmeye başladı. Kendinden emin tavrı sinirimi bozsada başımı döndürmüştü. Üzerime titrer gibi bir hali vardı. Elleri erkek eline göre çok bakımlıydı. Parfümü hiç de fena değilmiş aslında, günün başında bayat bir koku olduğunu düşünmüştüm oysa.
Etkilemek için yaptığı her manevra başarılı çıkmıştı gün boyunca.
Gecenin sonunda kurbağa, prense dönüşmüştü. Nerden bilebilirdim prensesin öpücüğüyle prense dönüşen kurbağanın, masalın sonunda prensesi kurbağaya çevireceğini.
Günler geçtikçe heyecanlar çoğalmıştı, paylaşımlar birbirini kovalıyordu. Her günün sonunda aşık kalan elde ben... Kendimi tanıyamaz olmuştum. Daha doğrusu ondan sonra kendime hiç rastlamadım. Ona gittiğim yolda ilk önce saygıya rastladım, arka sokakta şehveti gördüm, köşeyi döndüğümde sevgi bana bakıyordu; yolun sonunda ise aşk beni bekliyordu her seferinde.
Yatağının çarşafında kadınlığımın kokusunu aldım ilk defa.
Bakışlarında kış ayında yazı yaşadım.
Kollarında küçük bir kız çocuğu edasında kıvrandım.
Odasının duvarlarına ellerimi bıraktım, fincanında dudaklarımı buldum, bedeninde bedenimi keşfettim.
Parfüm kullanmıyordum artık, onun kokusundan daha güzel değildi ki hiçbir koku.
En uzun ayrılığımız 10 gün sürmüştü ,nasıl da özlemişti, sevişinden belliydi.
Kavgalar işin cilvesiydi, her kavga yerini hırçın sevişmeye bırakıyordu.
Aradan bir buçuk yıl geçmişti, asla unutamayacağım bir buçuk yıl.
Sonu gelmişti. Gitmek istedi gitti. Belli ki heyecanını yitirmişti, sevgisi bitmişti. Belki de sıkılmıştı sebebi yoktu, belki de vardı. Giden oydu... Kalan ne bilirdi, ona göre bu kadar kolay bitemezdi. Nasıl olsa dönecekti, özleyecekti, özlememesi imkansızdı.
8 ay sonra ancak inanabildim gittiğine. Kendime gelmem ise bir yılımı aldı.
Aşk ise var mıydı...? Öyle bir duygu hatırlamıyorum şimdilerde.
Pişman olmadım hiçbir yaşadığıma, bugün olsa yine yaşardım. Kalpsiz olarak anmadım adını, kızgın da değilim ona.
Son sevişmemiz kadar hüzün vermiyor anıları hatırlamak. Özlüyorum bazen... Hırçınlaşıyorum, arada gözlerim doluyor, ağlamaklı...
Konuşmuyorum kimseyle, boğazıma toz kaçıyor kimi zaman. Zaten bir varmış bir yokmuş misali yaşamıyor muydu insanoğlu. Varlığını doyasıya yaşamışsan, yokluğuna da göğüs germesini bilmelisin. Yoksa ilk önce kendine sonra yaşanmışlıklara saygısızlık edersin.
Odasının duvarlarına ellerimi bıraktım, fincanında dudaklarımı buldum, bedeninde bedenimi keşfettim.
Parfüm kullanmıyordum artık, onun kokusundan daha güzel değildi ki hiçbir koku.
En uzun ayrılığımız 10 gün sürmüştü ,nasıl da özlemişti, sevişinden belliydi.
Kavgalar işin cilvesiydi, her kavga yerini hırçın sevişmeye bırakıyordu.
Aradan bir buçuk yıl geçmişti, asla unutamayacağım bir buçuk yıl.
Sonu gelmişti. Gitmek istedi gitti. Belli ki heyecanını yitirmişti, sevgisi bitmişti. Belki de sıkılmıştı sebebi yoktu, belki de vardı. Giden oydu... Kalan ne bilirdi, ona göre bu kadar kolay bitemezdi. Nasıl olsa dönecekti, özleyecekti, özlememesi imkansızdı.
8 ay sonra ancak inanabildim gittiğine. Kendime gelmem ise bir yılımı aldı.
Aşk ise var mıydı...? Öyle bir duygu hatırlamıyorum şimdilerde.
Pişman olmadım hiçbir yaşadığıma, bugün olsa yine yaşardım. Kalpsiz olarak anmadım adını, kızgın da değilim ona.
Son sevişmemiz kadar hüzün vermiyor anıları hatırlamak. Özlüyorum bazen... Hırçınlaşıyorum, arada gözlerim doluyor, ağlamaklı...
Konuşmuyorum kimseyle, boğazıma toz kaçıyor kimi zaman. Zaten bir varmış bir yokmuş misali yaşamıyor muydu insanoğlu. Varlığını doyasıya yaşamışsan, yokluğuna da göğüs germesini bilmelisin. Yoksa ilk önce kendine sonra yaşanmışlıklara saygısızlık edersin.
6 Mayıs 2013 Pazartesi
Kafası öne eğikti. Birden heyecanla kaldırdı başını, bir şeyler söylemeye hazırlandı, boğazını temizledi. Kendinden en emin haliydi, biliyordum o suratı. Başladı bir Ahmet Telli okumaya;
-Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
Kum taneleri var ya onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor
Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte
Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum
...
Bütün şiiri okudu. Öylece durup dinledim. O ise, sadece okudu.
İkimizinde kafası güzeldi, uçmuştuk.
Nereden çıktı şimdi bu şiir?
Olduğum yerde dönüyormuşum gibi hissediyorum.
Bu şiir bu kadar uzun muydu, yoksa o mu uzatıyor?
Bir sürü soru soruyordum kendime. Korkuyordum bu şiiri okuduğu için.
"Uçurum diyordun, bir aşk uçurum özlemidir. Bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna..." derken elimi tuttu, irkilip çektim elimi geri.
Gözlerini gözlerime dikmiş, okuyordu. Kaçırıyordum, yine buluyordu.
Sonra bitti şiir.
Paketten bir sigara çıkarıp koydu ağzına. Gecenin sessizliğinde yankılandı çakmağın sesi.
Derin bir nefes çekti sigarasından.
Dumanını bırakırken:
-Sen, sen bana dokunuyorsun. dedi. Ruhumu acıtıyorsun, yüreğimde bir yerleri çok acıtıyorsun, ama bu inanılmaz güzel bir şey.
Sonra bitti şiir.
Paketten bir sigara çıkarıp koydu ağzına. Gecenin sessizliğinde yankılandı çakmağın sesi.
Derin bir nefes çekti sigarasından.
Dumanını bırakırken:
-Sen, sen bana dokunuyorsun. dedi. Ruhumu acıtıyorsun, yüreğimde bir yerleri çok acıtıyorsun, ama bu inanılmaz güzel bir şey.
Tanrım! Yalvarırım masaya bomba falan düşsün, şimşek çaksın balkon yansın, bir şey olsun ve şu romantik ortam yok olsun. Ne oldu bu adama böyle? Nereden çıkarıyor şimdi tüm bunları?
-İyi ki geldin, iyi ki. Bu neye benziyor biliyor musun? Yağmur sonrası gökkuşağı gibi. Sen, benim gökkuşağımsın.
Muhabbeti taşşağa vurmalıyım. Yoksa daha da kötüye gidecek. Ben ters insanım, inanırım, dökülüveririm, aşık olurum, betonlara çakılırım, asıl benim canım yanar.
Uçmuşluğun verdiği mallıkla:
-Bırak bu lafları, kaç para istiyorsun onu söyle. On bin? Yirmi bin? ,dedim yeşilçam ağzıyla.
Güldü esprime. Güzel, bozmuştum romantizmi, devamını getirmeliyim şimdi bir şekilde.
Sigarasından daha derin bir duman çekti, başını yukarı kaldırıp üfledi ve tavana yükselen dumanı izledi.
Bana bakarken ona bakmaya çekiniyordum. Ama bana bakmadığı zamanlarda onu izlemek dünyanın en güzel şeyiydi.
-Bu da senin numaran, dedi. Zırhının delinmesini istemiyorsun, hesapta hiçbir şeyi ciddiye almıyorsun. Aslında, sana göre hayat o kadar ciddi ve acıklı ki. Böyle bir numaraya gerek yok, koy ver gitsin.
Dünyanın en korkunç oyunculuklarına taş çıkarırcasına kötü kadın gülüşü attım. Ama yemedi. Saatlerce bana sevgi sözcükleri kusup durdu.
-Korkulacak bir şey yok, ben sana ne yapabilirim ki? dedi.
-Çok şey... dedim. "Çok şey" derken kendi sesimi kullandığımı fark ettim. Hemen toparlayıp yeşilçam ağzıyla 2 kez daha "çok şey" dedim, ama ikisinde de kendi sesim çıktı.
Sonra... Sonra sustuk ikimizde. Ben hala durduğum yerde dönüyordum.
Ne masaya bomba düşmüştü, ne de şimşek çakıp balkon yanmıştı.
Bomba düşen yer benim kalbimdi, şimşek çakıp da tutuşan yer içimdeydi.
Son kalan sigarayı yaktım:
-Çocuğum ben, ve bu dünya hiç bana göre değil. dedim.
Gözünden bir damla yaş, yanaklarından süzülüp dudaklarının arasına sızdı.
Ertesi gün, aklıma fena düştü, aradım. O ”Alo.. aloo” dedi, ben sustum.
Aniden, "Sessizliğinde bile yeşilçam jargonu var...” dedi. Anlamıştı. Aslında belki de tek sorun, gerçekten anlamasıydı.
”Ne fena değil mi?” diye sürdürdü. ”İnsan hep çok sevilsin diye uğraşır. Sevilince de ödü patlar.”
Sustum.
”Belki de sen haklısın, o zırh ne kadar kalın olursa, o kadar iyi.” dedi. ”Ve sakın üzülme. O öyle nalet bir zırh ki; sen bile içerden delemezsin.”
Yine sessizlik.
Derken, Ayhan Işık gibi son cümlesini söyledi; ”Hesapta kendini koruyordun ama yine acı çekiyorsun. Boş ver. Ne diyorlardı? Gençsin, unutursun.”
Genç miyim, unutur muyum?
-İyi ki geldin, iyi ki. Bu neye benziyor biliyor musun? Yağmur sonrası gökkuşağı gibi. Sen, benim gökkuşağımsın.
Muhabbeti taşşağa vurmalıyım. Yoksa daha da kötüye gidecek. Ben ters insanım, inanırım, dökülüveririm, aşık olurum, betonlara çakılırım, asıl benim canım yanar.
Uçmuşluğun verdiği mallıkla:
-Bırak bu lafları, kaç para istiyorsun onu söyle. On bin? Yirmi bin? ,dedim yeşilçam ağzıyla.
Güldü esprime. Güzel, bozmuştum romantizmi, devamını getirmeliyim şimdi bir şekilde.
Sigarasından daha derin bir duman çekti, başını yukarı kaldırıp üfledi ve tavana yükselen dumanı izledi.
Bana bakarken ona bakmaya çekiniyordum. Ama bana bakmadığı zamanlarda onu izlemek dünyanın en güzel şeyiydi.
-Bu da senin numaran, dedi. Zırhının delinmesini istemiyorsun, hesapta hiçbir şeyi ciddiye almıyorsun. Aslında, sana göre hayat o kadar ciddi ve acıklı ki. Böyle bir numaraya gerek yok, koy ver gitsin.
Dünyanın en korkunç oyunculuklarına taş çıkarırcasına kötü kadın gülüşü attım. Ama yemedi. Saatlerce bana sevgi sözcükleri kusup durdu.
-Korkulacak bir şey yok, ben sana ne yapabilirim ki? dedi.
-Çok şey... dedim. "Çok şey" derken kendi sesimi kullandığımı fark ettim. Hemen toparlayıp yeşilçam ağzıyla 2 kez daha "çok şey" dedim, ama ikisinde de kendi sesim çıktı.
Sonra... Sonra sustuk ikimizde. Ben hala durduğum yerde dönüyordum.
Ne masaya bomba düşmüştü, ne de şimşek çakıp balkon yanmıştı.
Bomba düşen yer benim kalbimdi, şimşek çakıp da tutuşan yer içimdeydi.
Son kalan sigarayı yaktım:
-Çocuğum ben, ve bu dünya hiç bana göre değil. dedim.
Gözünden bir damla yaş, yanaklarından süzülüp dudaklarının arasına sızdı.
Ertesi gün, aklıma fena düştü, aradım. O ”Alo.. aloo” dedi, ben sustum.
Aniden, "Sessizliğinde bile yeşilçam jargonu var...” dedi. Anlamıştı. Aslında belki de tek sorun, gerçekten anlamasıydı.
”Ne fena değil mi?” diye sürdürdü. ”İnsan hep çok sevilsin diye uğraşır. Sevilince de ödü patlar.”
Sustum.
”Belki de sen haklısın, o zırh ne kadar kalın olursa, o kadar iyi.” dedi. ”Ve sakın üzülme. O öyle nalet bir zırh ki; sen bile içerden delemezsin.”
Yine sessizlik.
Derken, Ayhan Işık gibi son cümlesini söyledi; ”Hesapta kendini koruyordun ama yine acı çekiyorsun. Boş ver. Ne diyorlardı? Gençsin, unutursun.”
Genç miyim, unutur muyum?
Telefonu kapadım.
Gökyüzünü yararcasına şimşek çaktı.
5 Mayıs 2013 Pazar
Bu sabah kendime yabancı uyandım.
Başımın ağrısından ikiye ayrılmışım, benliğim çatlaktan akıp gitmiş.
Böyle uzak, böyle yalnız uyanmamıştım.
Koskoca bir boşluk var içimde.
Neyin boşluğu bilmiyorum. Tek bildiğim, elimi sürdüğüm her şeyin bok olduğu.
Dün gece, kendimi kaybeden kadar, ne bulursam içtim. Belki de bu yüzden kendime yabancı uyandım. Evet evet. Bu yüzden. Başka mantıklı açıklaması olamaz. Çünkü bu uyandığım sabah, benim değil. Bu eller, bu baş, bu ayaklar benim değil. Bu gördüğüm gözler benim değil.
Peki ya kimin?
Geri getirin beni bana.
Beni ben yapanları, geri getirin.
Geri gelin.
Başımın ağrısından ikiye ayrılmışım, benliğim çatlaktan akıp gitmiş.
Böyle uzak, böyle yalnız uyanmamıştım.
Koskoca bir boşluk var içimde.
Neyin boşluğu bilmiyorum. Tek bildiğim, elimi sürdüğüm her şeyin bok olduğu.
Dün gece, kendimi kaybeden kadar, ne bulursam içtim. Belki de bu yüzden kendime yabancı uyandım. Evet evet. Bu yüzden. Başka mantıklı açıklaması olamaz. Çünkü bu uyandığım sabah, benim değil. Bu eller, bu baş, bu ayaklar benim değil. Bu gördüğüm gözler benim değil.
Peki ya kimin?
Geri getirin beni bana.
Beni ben yapanları, geri getirin.
Geri gelin.
3 Mart 2013 Pazar
ACI VAR ROCKY
Canı yanıyordu belli ki. Konuştukça kanıyordu. Umutsuzdu.
Belki geçmişte çok yara almıştı o da.
Güvenemiyordu belki kimseye.
Belki inanamıyordu çok çabalasa da.
Çok seviyordu belki, ölüyordu aşkından hatta, ama söyleyemiyordu.
Cesareti yoktu belki.
Kabuğuna çekilmişti.
Konuştukça kanıyordu.
Seviyordu, belliydi. Değer veriyordu. Sanki dünyanın en eşsiz varlığından bahsediyordu. Ama acı çekiyordu.
Onu her düşündüğünde hem acı çekiyor hem de kendini iyi hissediyordu.
Bekliyordu.
Umutsuzluğun en dibinde, umutla bekliyordu.
"Gelecek" diyordu, ama gelmeyeceğine inanıyordu. Kendine değil, ona inanmıyordu. Güvenmiyordu ona.
Belki bazen lanet ediyordu onu tanıdığı güne, o yokken.
Ama belki o varken "iyi ki" diyordu, "iyi ki tanımışım".
Ama o bunu bilmiyordu.
En çok da bu yakıyordu canını, belki.
"Yenildim" diyordu, yorulmuştu çünkü. Beklemekten, umutsuzluktan, inanmamaktan, güvenemiyor olmaktan yorulmuştu.
Emin olmak istiyordu. Kendinden değil, ondan emin olmak istiyordu. Kestiremiyordu çünkü ne yaptığını. Her söylediğinden, yazdığından bir anlam çıkarmak istiyordu belki, ama kafası karışıyordu.
Çabalamaktan yorulmuştu.
Belki umutsuzdu, ama seviyordu.
Sanırım bu ona yetiyordu.
Belki geçmişte çok yara almıştı o da.
Güvenemiyordu belki kimseye.
Belki inanamıyordu çok çabalasa da.
Çok seviyordu belki, ölüyordu aşkından hatta, ama söyleyemiyordu.
Cesareti yoktu belki.
Kabuğuna çekilmişti.
Konuştukça kanıyordu.
Seviyordu, belliydi. Değer veriyordu. Sanki dünyanın en eşsiz varlığından bahsediyordu. Ama acı çekiyordu.
Onu her düşündüğünde hem acı çekiyor hem de kendini iyi hissediyordu.
Bekliyordu.
Umutsuzluğun en dibinde, umutla bekliyordu.
"Gelecek" diyordu, ama gelmeyeceğine inanıyordu. Kendine değil, ona inanmıyordu. Güvenmiyordu ona.
Belki bazen lanet ediyordu onu tanıdığı güne, o yokken.
Ama belki o varken "iyi ki" diyordu, "iyi ki tanımışım".
Ama o bunu bilmiyordu.
En çok da bu yakıyordu canını, belki.
"Yenildim" diyordu, yorulmuştu çünkü. Beklemekten, umutsuzluktan, inanmamaktan, güvenemiyor olmaktan yorulmuştu.
Emin olmak istiyordu. Kendinden değil, ondan emin olmak istiyordu. Kestiremiyordu çünkü ne yaptığını. Her söylediğinden, yazdığından bir anlam çıkarmak istiyordu belki, ama kafası karışıyordu.
Çabalamaktan yorulmuştu.
Belki umutsuzdu, ama seviyordu.
Sanırım bu ona yetiyordu.
27 Şubat 2013 Çarşamba
EKSİK BİR ŞEY Mİ VAR
Bazen daha fazla dayanamayacakmış gibi hissettiğim oluyor.
Her şeyin üst üste geldiği zamanlar gittikçe artıyor. Ruhumun ağırlığını hissetmeye başlıyor, yoruluyorum.
Yoruluyorum; olmuştan, ölmüşten, geçmişten, bitmişten.
İnsanlar yoruyor; yaptıkları, söyledikleri, hissettikleri her şey yoruyor.
Bundan 2 ay öncesinde sorsalar, bir umudum vardı. Ama şimdi ne bir umudum, ne de yeni umut yaratmaya gücüm var. Yalnızca gitmeye isteğim var.
Çok uzaklara.
Gitmeye.
Onu hissedemediğim zamanlar gittikçe artıyor.
Kendime güvensizliğim artıyor.
Güçsüzlüğüm artıyor.
Umutsuzluğum, artıyor.
Her gün bitiyor.
Her gün bir şeyler bitiyor.
Birilerini mutlu edip, onların yüzündeki huzurla mutlu olmaya çalıştım. Konuştum onlarla, sıkıntılarını dertlerini dinledim saatlerce; kafa patlattım, düşündüm onlar için. Ama yapamadım, onlar rahatladılar, belki mutlu da oldular, ama ben olamadım.
Sevdiğim, zevk aldığım işleri yaparak mutlu olmaya çalıştım; kafamı meşgul etmeye, düşünmemeye...
Onu da yapamadım.
Her yolu denedim.
İnan, her şeyi yaptım.
Ama gitmiyorsun, gidemiyorsun. Anılarımda yaşıyorsun.
Seni öldüremiyorum.
Hiç sönmeyecek bir yangın gibi.
Ya da sürekli baştan çalan bir şarkı gibi.
Belki de bir tanımlama yapıyor olmak bile yerinde değildir.
İnan, bilmiyorum.
Geçmiş canımı yakıyor.
Düşünmesem de rüyalarımda, kabuslarımda.
En azından 1 ay öncesine kadar huzuru bulduğumu söyleyebilirdim.
Birinin bana değer verdiğini hissedebiliyordum.
Her sabah metroda beni beklediğini bilmek, beni güvende hissettiriyordu.
Belki onu günün 1 saati görüyordum, ama bana o bile yetiyordu.
Ve nasıl oluyorsa, ertesi sabah o kadar çabuk geliyordu ki...
Her sabah, her sabah metroda onun yanında olmak bana huzur veriyordu.
Simit alıyordu ve gazete.
Aynı sayfayı okuyorduk, aynı satırları geçiyordu gözlerimiz. Sarılmadan çeviremiyordu sayfalarını gazetenin.
Sonra rastgele bir sayfasından bir küpür koparıp veriyorduk birbirimize.
Belki dünyanın en saçma şeyiydi ama bizi mutlu ediyordu.
Simiti yarıya bölmezdi hiç. Bölerse bizi de bölmüş sayılırmış. Hurafesine inanırdı sonuna kadar. Bende inandım.
Sonra bir gün böldü o simidi.
Anlamıştım gideceğini.
Hurafesine böylesine inanan bir adamın bu yaptığı, bir mesajdı bana.
Zaten o sabah ikimizde yemedik simitlerimizi.
Okumadık aldığı gazeteyi.
Küpür de vermedik birbirimize.
Zaten o sabah hiç gülmedi yüzlerimiz birbirimizi gördüğünde.
Zaten o sabah ayrı vagonlara bindik.
Anlamıştım gideceğini...
Dejavu gibiydi.
Daha öncesinde milyonlarca kez yaşadığım bir anlamaktı bu.
Sadece onu izledim o sabah.
Vücudunda ki o renkli çizgilerin, her bir dövmenin çizdiği o yolları izledim.
Ona bakmak bile huzur veriyordu.
Ama gidiyordu.
Hemde asılsız bir suçlamayla(!)
İnandıramadım onu.
İnandırmadım aslında, inandırmak istemedim.
Çünkü kendim bile inanmıyordum.
Sonra gitti, bir daha gelmeyeceğini söyleyerek.
Kaçıncı gidişti bu göz yumduğum.
Yine birileri giderken, kalıyordum ben.
Kader diye yazdıkları şeyde bu en başta geliyor sanırım.
Her şeyin üst üste geldiği zamanlar gittikçe artıyor. Ruhumun ağırlığını hissetmeye başlıyor, yoruluyorum.
Yoruluyorum; olmuştan, ölmüşten, geçmişten, bitmişten.
İnsanlar yoruyor; yaptıkları, söyledikleri, hissettikleri her şey yoruyor.
Bundan 2 ay öncesinde sorsalar, bir umudum vardı. Ama şimdi ne bir umudum, ne de yeni umut yaratmaya gücüm var. Yalnızca gitmeye isteğim var.
Çok uzaklara.
Gitmeye.
Onu hissedemediğim zamanlar gittikçe artıyor.
Kendime güvensizliğim artıyor.
Güçsüzlüğüm artıyor.
Umutsuzluğum, artıyor.
Her gün bitiyor.
Her gün bir şeyler bitiyor.
Birilerini mutlu edip, onların yüzündeki huzurla mutlu olmaya çalıştım. Konuştum onlarla, sıkıntılarını dertlerini dinledim saatlerce; kafa patlattım, düşündüm onlar için. Ama yapamadım, onlar rahatladılar, belki mutlu da oldular, ama ben olamadım.
Sevdiğim, zevk aldığım işleri yaparak mutlu olmaya çalıştım; kafamı meşgul etmeye, düşünmemeye...
Onu da yapamadım.
Her yolu denedim.
İnan, her şeyi yaptım.
Ama gitmiyorsun, gidemiyorsun. Anılarımda yaşıyorsun.
Seni öldüremiyorum.
Hiç sönmeyecek bir yangın gibi.
Ya da sürekli baştan çalan bir şarkı gibi.
Belki de bir tanımlama yapıyor olmak bile yerinde değildir.
İnan, bilmiyorum.
Geçmiş canımı yakıyor.
Düşünmesem de rüyalarımda, kabuslarımda.
En azından 1 ay öncesine kadar huzuru bulduğumu söyleyebilirdim.
Birinin bana değer verdiğini hissedebiliyordum.
Her sabah metroda beni beklediğini bilmek, beni güvende hissettiriyordu.
Belki onu günün 1 saati görüyordum, ama bana o bile yetiyordu.
Ve nasıl oluyorsa, ertesi sabah o kadar çabuk geliyordu ki...
Her sabah, her sabah metroda onun yanında olmak bana huzur veriyordu.
Simit alıyordu ve gazete.
Aynı sayfayı okuyorduk, aynı satırları geçiyordu gözlerimiz. Sarılmadan çeviremiyordu sayfalarını gazetenin.
Sonra rastgele bir sayfasından bir küpür koparıp veriyorduk birbirimize.
Belki dünyanın en saçma şeyiydi ama bizi mutlu ediyordu.
Simiti yarıya bölmezdi hiç. Bölerse bizi de bölmüş sayılırmış. Hurafesine inanırdı sonuna kadar. Bende inandım.
Sonra bir gün böldü o simidi.
Anlamıştım gideceğini.
Hurafesine böylesine inanan bir adamın bu yaptığı, bir mesajdı bana.
Zaten o sabah ikimizde yemedik simitlerimizi.
Okumadık aldığı gazeteyi.
Küpür de vermedik birbirimize.
Zaten o sabah hiç gülmedi yüzlerimiz birbirimizi gördüğünde.
Zaten o sabah ayrı vagonlara bindik.
Anlamıştım gideceğini...
Dejavu gibiydi.
Daha öncesinde milyonlarca kez yaşadığım bir anlamaktı bu.
Sadece onu izledim o sabah.
Vücudunda ki o renkli çizgilerin, her bir dövmenin çizdiği o yolları izledim.
Ona bakmak bile huzur veriyordu.
Ama gidiyordu.
Hemde asılsız bir suçlamayla(!)
İnandıramadım onu.
İnandırmadım aslında, inandırmak istemedim.
Çünkü kendim bile inanmıyordum.
Sonra gitti, bir daha gelmeyeceğini söyleyerek.
Kaçıncı gidişti bu göz yumduğum.
Yine birileri giderken, kalıyordum ben.
Kader diye yazdıkları şeyde bu en başta geliyor sanırım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)